Prof. Dr. Hikmet ÖKSÜZ; "Atatürk ve Ulusal Birlik" Temalı Konferans Verdi

10 Kasım 2025 tarihinde, Üniversitemizde gerçekleştirilen "Atatürk’ü Anma" programı, saat 09.05'te, Atatürk ve Gençlik Anıtı önünde gerçekleştirilen Çelenk Sunma Töreni ile başladı.
Türkiye Cumhuriyeti'nin kurucusu Gazi Mustafa Kemal ATATÜRK'ün vefatının 87. yıl dönümü kapsamında, Üniversitemizde düzenlenen anma programı, aynı gün saat 14.30'da, Prof. Dr. Osman Turan Kültür ve Kongre Merkezi’nde devam etti.
Açılış ve Protokol konuşmalarının ardından Üniversitemiz Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümü'nden Prof. Dr. Hikmet ÖKSÜZ; Gazi Mustafa Kemal ATATÜRK'ün ulusal birlik anlayışını, çağdaş devlet vizyonunu ve bağımsızlık mücadelesi sürecindeki liderliğini ele aldığı "Atatürk ve Ulusal Birlik" temalı bir konferans verdi.
Konferans Konuşması:
ATATÜRK’Ü ANLAMAK
Prof. Dr. Hikmet ÖKSÜZ
İstiklal Harbinin Başkomutanı, Cumhuriyetin kurucusu ve Türk Devriminin önderi Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ü ebediyete uğurlanışının 87. yıl dönümünde rahmetle anıyoruz. Vakar, cesaret ve feraset gibi yüksek insani değerleri akıl süzgecinden geçirerek sürdürdüğü 57 yıllık ömrünü büyük bir gönül zenginliği ile vatanına ve milletine adayan o büyük insanı minnet ve şükranla yad ediyor, yüksek anısı önünde saygıyla eğiliyoruz.
İmparatorluktan Millî Devlete Geçiş
Üç kıta üzerinde hâkimiyet kurmuş olan Osmanlı İmparatorluğu 16. yüzyılın sonlarından itibaren güç kaybetmeye başlamıştı. Bütün imparatorluklarda olduğu gibi önce yayılıp genişleme sonra geriye doğru çekilme Osmanlı imparatorluğu’nun da kaderi olmuştur. Bu durumun temel nedeni askerî güçle iktisadî güç arasındaki ilişkinin imparatorluğun yükseliş dönemindeki gibi sürdürülebilir özellikte olmamasıdır. Coğrafi keşiflerle Avrupa ülkeleri hızla zenginleşirken Osmanlı İmparatorluğu iktisadî yönden çöküntü içerisine girmişti. Doğal olarak bu çöküntünün olumsuz yansımaları kısa sürede kendini göstermiştir.
Coğrafi keşifler, Rönesans, Reform hareketleriyle kendini yenileyen ve güçlendiren batı ülkeleri uygarlık yarışında öne geçmeye başladı. Osmanlı İmparatorluğu, bu gelişmelere zamanında ayak uyduramamış ve kendini yenileyememiştir. Batı dünyası karşısındaki geri kalmışlığının farkına, ancak askerî alanda peş peşe gelen başarısızlıklar neticesinde varabilmiştir. Bunun telafisi için askerî alanda bir dizi ıslahatlar yapılmıştır. Ancak askerî karakterli bu hareketler Osmanlı’ya fazla bir şey kazandırmamıştır. Çünkü, Osmanlı Devleti batı karşısında yalnız askerî yönden değil iktisadî, bilimsel, kültürel vb. yönlerden de geri bulunuyordu. 18.yüzyılda Aydınlanma süreci yaşayan, Sanayi İnkılâbı gerçekleştiren ve Fransız İhtilali sonrası siyasal ve sosyal yönden yeniden yapılanan Avrupa, medeniyet yarışında oldukça mesafe almıştı. Osmanlı Devleti, Batı karşısındaki geri kalmışlığının telafisi için 1839 Fermanı ile birlikte yeni bir dönem başlatmıştır. Batı kültür çevresine yönelmenin resmi adı olan Tanzimat, çağdaş anlamda aydınlanmayı yaşayan, ümmet dönemini aşmış milletlerden oluşan ve sanayi uygarlığını başlatmış Avrupa’ya karşı aranan bir çözümdü.
Osmanlı Devleti ise bu üç öğeden yoksundu. Tanzimat, 1876 ve 1908’de olmak üzere iki kez ilan edilen Meşrutiyet, kötü giden gidişatı durduramamıştır. Birinci Dünya savaşı sonrası imparatorlukların tasfiyesi sürecinde Osmanlı İmparatorluğu da 1918’de fiilen son bulmuştur.
I. Dünya Savaşı sırasında Çanakkale’de kazanılan zafer, çöküş dönemindeki Osmanlı Devleti’nin bünyesinde hâlâ kahraman bir ulusu barındırdığını tüm insanlığa göstermiştir. Türk ulusu bu zaferle, kaybetmeye başladığı özgüvenini yeniden kazanmıştır. İstiklâl Harbi’nin taşıyıcı gücü bu millî ruhtur. Çanakkale’de yazılan destanla Türk milleti liderini bulmuştur. Büyük Atatürk’ün orada Mehmetçiğe “Ben size taarruzu değil, ölmeyi emrediyorum!” diyerek ateşlediği “Millî Mücadele Ruhu”, 19 Mayıs 1919’da “Ya İstiklâl, Ya Ölüm!” düsturuna dönüşmüş ve kazanılan zaferle “Tam Bağımsız Türkiye”nin temelleri atılmıştır. Bu zemin, ses bayrağı Türkçe, namusu ay yıldızlı albayrak ve sahibi Türk milleti olan Lâik Cumhuriyettir. 1923’te ortaya çıkan bu mutabakatı diri tutmak, adına Türkiye dediğimiz bu vatan içerisinde yaşayan herkesin en yüksek sorumluluğudur. Bu sorumluluk kurucu irade tarafından tarihin hakemliğinde bugünün ve geleceğin nesillerine devredilmiştir.
Atatürk, vatan kurtarıcılığı ve devlet kuruculuğunun sağladığı emsalsiz itibar ve milletinden aldığı sonsuz güven duygusu ile çağdaşlaşmayı yürütmüş, dünün hasta adamından zinde, gelişmeye müsait yeni bir devlet yaratmıştır. Köklü tarih ve zengin kültüre sahip Türk Milletine bu değerlerini hatırlatarak onda kendine güven duygusunu yeniden uyandırmış, ona yeni bir heyecan ve hayatiyet kazandırmış ve çağdaş medeniyetin bir ortağı haline getirmek suretiyle “Türk Aydınlanması” nın kapılarını açmıştır.
Türk Aydınlanması
Yeni kurulan devletin en yüksek uygarlık gereklerine göre ilerlemesini sağlayacak, yeni kurumları yaşatacak insan tipinin yetiştirilmesi bu aydınlanmanın gayesini oluşturuyordu. Bunun gerçekleşmesi, yeni bir insanı belli bir doğrultuda yetiştirmeye bağlıdır. Bu doğrultuyu da Atatürk, çok yerinde olarak, “Hayatta En Hakiki Mürşit İlimdir” düşüncesiyle belirtmiştir . Bu özdeyişte bütün bir çağın bakış açısı özetlenmiştir. Atatürk, Türk toplumunu Batı uygarlığının temel niteliği olan aydınlanma ruhuyla yetiştirmek istiyordu. Aydınlanma, yaşama aklın kılavuzluk etmesi, değer ve normların akılla bulunması, gelenek ve göreneklerin aklın eleştirisinden geçirilmesi demektir.
Aydınlanma denilince, Atatürk’ün, Türk toplumunu çağdaş medeniyet düzeyinin üstüne çıkartmak için yapmış olduğu devrimlerin hepsi kastedilmektedir. Bunlar:
*Öğretimin Birleştirilmesi Kanunu,
*Tekke, Zaviye ve Medreselerin kapatılması,
*Medeni Kanunu’nun kabulü,
*Harf İnkılâbı ve kültürel alanda yapılan yenilikler,
*Üniversite Reformu
*Kadınlara seçme ve seçilme hakkının tanınması
*Soyadı Kanunu
*Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin lâik, çağdaş ve sosyal bir hukuk devleti olduğu yönündeki uygulamalardır.
Bu saydıklarımız, Atatürk’ten önce Osmanlı aydınları tarafından da tartışılmıştı. Atatürk, “orijinal sentezci” özelliği ile bütün bunları kendi mantık süzgecinden dikkatle geçirdikten sonra ülkenin gerçekleri ve ihtiyaçlarını dikkate alarak bir yol izlemiştir. Bu stratejide bağımsız bir fikir yapısının yanı sıra ülkenin coğrafyasından ve geçirdiği tarihi süreçten gelen derin sebeplerin bulunduğuna şüphe yoktur.
Türk çağdaşlaşmasının diğer bir özelliği Atatürk’ün psikolojik yaklaşımından kaynaklanmaktadır. Atatürk’ ten önceki reformcular, batıya yönelirken onun tartışılmaz gücü ve üstünlüğü, ona erişmenin zorluğu karşısında kendilerini çaresizlik ve eziklik duygusundan, “aşağılık kompleksinden” kurtaramamışlar, dolayısıyla da salim yolu bulup uygulamaya koyamamışlardır. Bu konuda Atatürk düşüncelerini şöyle ifade etmektedir: “ İnsaf ve merhamet dilenmekle millet işleri, devlet işleri görülmez. Milletin ve devletin şerefi ve bağımsızlığı korunamaz. İnsaf ve merhamet dilenmek gibi bir ilke yoktur. Türk milleti, Türkiye’nin gelecekteki çocukları bunu bir an akıllarından çıkarmamalıdırlar”.
Cumhuriyeti koruyup kollamakla görevli kılınan Türk gençliği bu sese kulak vermelidir. Bu sorumluluğu yerine getirirken de mürşit olarak ilim ve fennin dışında bir arayışa girmemelidir.
Atatürk’ün batılılaşma hareketi Batı’ya rağmen batıcılık olup; amaç Türk milletini dünya milletler ailesi içerisinde saygın ve şerefli yerine oturtmaktır. Bir başka değişle “yüksek insanlık ideali”ne ulaştırmaktır. Atatürk Devrimi statik değil dinamik, doğmatik değil, pragmatik bir karakterdedir.
Doğu dünyasının en batısında olan Türkiye, doğu toplumları için lâik,çağdaş ve sosyal bir hukuk devleti olma özelliği ile medeniyet istasyonuna giden trenin lokomotifi durumundadır. Bu bir Türk projesidir. İki kıta (Avrupa-Asya) ve üç kültür (Türk-İslam-Batı) üzerinde kurulan Türk Cumhuriyeti, bu çeşitliliği zenginlik sayıp bölgesinde önemli güç olma özelliğini Atatürk’le yakalamıştır.
Bugün küreselleşme olgusu sadece siyasî ve ekonomik alanlarda değil, etnik ve kültürel alanlarda da kendini göstermektedir. Beklenen ve hedeflendiği ifade edilen bütünleşme bir yandan da toplumun en küçük katmanlarına sirayet edecek ayrışmalara zemin hazırlamaktadır. Bu bağlamda; bazı odaklar, “Ne Mutlu Türküm Diyene” anlayışı ile 1923’te ortaya çıkartılan mutabakatı ve onun somut şekli olan üniter, millî ve laik nitelikli Türkiye Cumhuriyeti Devleti’ni zaafa uğratmak istemektedirler. Ancak, 1919’da Mustafa Kemal Paşa’nın önderliğinde şekillenen “Vatan”, “Millî Müdafaa”, “Misak-ı Millî” ve “Türk Milleti” kavramları bu türden yaklaşımları reddeden kudret ve niteliğe sahiptir.
Sonuç
1923’te Lozan Barış Antlaşması ile uluslararası sahneye, egemen ve tam bağımsız bir ülke olarak çıkan Türkiye, savaştığı ve o dönemin güçlü devletleri olan İngiltere, Fransa ve İtalya ile işgal etmiş oldukları Akdeniz ve Ortadoğu toprakları vasıtasıyla komşu olmasına rağmen kendisini var eden bu değerlerden hiçbir zaman taviz vermemiş, gerektiğinde “hayır” demesini bilmiştir. Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin kuruluş felsefesini de özetleyen bu tavır, Atatürk tarafından Türk devletini idare edenlere ve edecek olanlara bırakılmış en önemli dış politika rehberidir.
Bugün Türkiye’nin gündemine oturtulmaya çalışılan konuların çözümü geçmişte, ta 1920’lerde yapılmış ve kafalarda oluşturulmaya çalışılan istifhamların cevabı da Atatürk tarafından verilmiştir.“Türkiye Cumhuriyeti Devleti’ni kuran halka Türk denir” sözüyle sadece millet ve devlet tanımları yapılmamış; aynı zamanda Türkiye coğrafyasının sosyolojik tahlili ve bu coğrafyada bin yıldır kardeşçe yaşamanın tarihsel muhasebesi de yapılmıştır. Atatürk tarafından yapılan bu tanım; bu toprakları vatan haline getirenlere yönelik saygı, vefa ve sorumluluk anlamını taşırken, aynı zamanda bir gelecek perspektifine de sahiptir. Bu topraklarda hür, kardeşçe ve barış içerisinde yaşamak isteyen herkes bu tanıma kulak ve gönül vermelidir.
Bu düşüncelerle, bize bu modern ülkeyi ve kutlu cumhuriyeti miras bırakan Büyük Atatürk’ü aramızdan ayrılışının 87. yıldönümünde Cumhuriyetin onurlu bireyleri olarak bir kez daha rahmet ve minnetle anıyoruz.
10 Kasım 2025