Burda yayınlanacaktır
DİL VE DİLLER
1. DİL: Dil, insanlar arasında anlaşmayı sağlayan tabiî bir vasıta; kendi kanunları içinde yaşayan ve gelişen canlı bir varlık; milleti birleştiren, koruyan ve onun ortak malı olan sosyal bir müessese; seslerden örülmüş muazzam bir yapı; temeli bilinmeyen zamanlarda atılmış bir gizli antlaşmalar ve sözleşmeler sistemidir. Dil, düşünce, duygu ve isteklerin, bir toplumda ses ve anlam yönünden ortak olan öğeler ve kurallardan yararlanılarak başkalarına aktarılmasını sağlayan, çok yönlü, çok gelişmiş bir dizgedir. Dar anlamıyla dil, bir toplumdaki insanların anlaşmalarını konuşma ya da yazı ile sağlayan işaretler sistemidir. Şekillerinde tanımlanan dil, temelde insanlar arasında anlaşmayı sağlayan en etkili ve en gelişmiş bir araçtır. İnsan dışında bazı canlıların ( arıların, karıncaların, yunusların vs.) da kendi aralarında çeşitli yollardan bir antlaşma sağladıkları bilinmektedir. Bildirişim aracı olarak bunlar da dil sayılabilir. Ancak bunların hiçbirisi insan dili kadar gelişmiş bir sisteme sahip değildir. İnsan dilini bütün diğer bildirişim araçlarından ayıran temel vasıf ise insanın konuşma yeteneğidir. Bu bakımdan konuşma yeteneği, dolayısıyla dil, insanı insan yapan niteliklerin başında gelir. İnsanların birbirleriyle kurduğu her ilişkide dil vardır. Bu yüzden dil, insanları birbirine yaklaştıran, kaynaştıran sosyal bir kurum olarak da karşımıza çıkar. İnsan bu araçla sevgisini, nefretini, umudunu, kızgınlığını vs. anlatır. Her millet dilini kendi ihtiyaçlarına, kültür ve medeniyet seviyesine, coğrafyasına ve zevklerine göre oluşturur. Onun için yeryüzünde sayıları binlerle ifade edilen farklı diller mevcuttur.
DİLİN CANLANDIRMA GÜCÜ
Maksim Gorki, fırıncı çıraklığı yıllarında, Tolstoy'un bir hikâyesini okurken, öylesine kendinden geçer ki, acaba kâğıdın içinde büyülü bir şey mi var diye havaya kaldırır bakar. Tabiî beyaz sahife üzerinde siyah harflerden başka bir şey görmez. Fakat saf fırıncı çırağını ve bütün saf okuyucuları büyüleyen şey, o ak sahife üzerinde yazılı kara harflerden başka bir şey değildir. Harfler, seslerin işaretleridir. Kelimeler ise seslerden mürekkeptir. Yazılı veya sözlü işaretlerle, göz önünde bulunmayan her şeyi göz önüne getirebilir, ölüleri diriltebilir, ağaçları konuşturabilirsiniz. Bu büyü değil de nedir? Güzel bir romanı okurken, Maksim Gorki'de olduğu gibi, kitap, kâğıt, harf ortadan kalkar, gitmediğimiz şehirlerde dolaşır, tanımadığımız insanlarla tanışır, onların yatak odalarına hattâ ruhlarının içine gireriz. Dile bu büyük gücü veren nedir? Kendiliğinden çalışan bir şartlı refleks mekanizması dolayısyla, dilin varlığın yerine geçişi! Ünlü Rus âlimi Pavlov, yaptığı denemelerle köpeklerde suni olarak çeşitli şartlı refleksler yaratmaya muvaffak olmuştu. Uyguladığı usul son derece basittir: Köpeğe acıktığı zaman et verilirken bir de zil çalınır. Bu hareket tekrarlanınca, köpeğin ağzından sadece zil sesi ile de salyalar akmaya başlar. Böylece zil sesi, köpeğin hafızasında etin yerini tutmuş olur. Tabiî zil sesi karın doyurmaz ama etin hayalini uyandırır. İnsanoğlunun hayatında kelimeler de aynı rolü oynarlar. Gösterdikleri eşyanın hayalini göz önünde canlandırırlar. Çocuk, daha doğmadan önce, anasının karnında iken, sesleri işitir. Anne, baba, kardeş, hala, teyze, daha konuşmasını bilmeyen bebeye, kendi dillerini anlıyormuş gibi hitap ederler. Belli eşya veya insan gösterilerek tekrarlanan kelimeler zamanla onların yerini tutarlar. Çocuğu büyüdükten sonra annesi kızına: "Kızım bana bir bardak su getir." deyince, kızı istenileni yapar. Hayat boyunca öğrenilen kelimeler, bizim hafızamızda, onların hayali ile beraber, gözle görünmez bir dünya yaratırlar. Bir hikâyeyi dinler veya okurken, ses veya yazı, hafızamızdaki hayalleri canlandırır. İyi bir edebiyatçı, dilin bu canlandırma gücünden faydalanarak, asıl dünyaya benzer veya ondan daha zengin veya değişik bir hayal dünyası yaratır. Herkesin bildiği, günlük hayatta kullandığı kelimelerin hayal mekanizmasını daha çabuk harekete getireceği gayet tabiîdir. Bundan dolayı büyük yazarlar, yeni kelimeler icat etmekten çok herkesin bildiği kelimelerle yeni dünyalar yaratırlar. Bu alelâde taş, tuğla veya çimento ile güzel bir bina yapmaya benzer. Sanat eserlerinde güzellik, kullanılan malzemeye değil, onları bir araya getiriş, kullanış tarzına bağlıdır. Aynı tip boyalarla usta ressam şaheserler yaratır, benim gibi doğru bir çizgi çekemeyen biri, sadece tuvali karalar. Dili kullanış da bundan farksızdır. Bir yazar, kullandığı her kelimenin dış âlemde veya insan hayatında neye tekabül ettiğini bilmelidir. Bülbül ile karga ayrı kuş çeşitlerini gösterir. Şefkat, merhamet ve sevgi kelimeleri arasında öyle ince farklar vardır ki, sevdiklerimizin bize karşı besledikleri duyguyu tavsif ederken bu kelimelerden birini veya ötekini kullanmak, bazen hayatî bir önem kazanır. Dil bir vasıtadan ibarettir. Hayatta veya edebiyatta olsun, biz kelimelere değil, kelimeler vasıtasıyla bize tanıtılan veya sunulan varlıklara, eşyalara ve insanlara bakarız. Değerli olan, sevilen veya nefret edilen kelimeler veya harfler değil, insan, hayat ve dünyadır. Dil bizi, kendisini unutturarak doğrudan doğruya varlığa götürdüğü nisbette vazifesini yerine getirmiş olur. İyi yazar, dile hâkim olduktan sonra, onu unutur. Bizzat varlık, hayat ve insan ile uğraşır. Daha doğrusu o dili kullanırken dürbünle dünyayı seyreden biri gibi dikkatini kelimelere değil, varlığa çevirir. Dünyayı seyredecek yerde dürbünün kendinse bakan biri, dünyayı değil, dürbünü görür. (Mehmet Kaplan-Dil ve Kültür)
Dil, Doğan Aksan'ın deyimiyle kimi sırları bugün de çözülememiş büyülü bir varlıktır. Mesela: Dil nasıl doğmuştur?, İlk konuşmalar hangi şekilde ortaya çıkmıştır?, Diller tek bir kaynaktan mı, çeşitli kaynaklardan mı doğmuştur? gibi soruların cevapları varsayımdan öteye gitmemektedir. Dilin doğuşuyla ilgili çok çeşitli varsayımlar vardır. Bunların önemlilerini şöyle tanıtabiliriz:
A-Yansımaları temel alan varsayım: Dünyadaki bütün dillerde doğadaki seslerin taklidiyle oluşturulmuş ögeler mevcuttur. İşte bu kurama göre dil, insanların çevrelerinde duydukları sesleri (hayvan bağırtıları, gök gürlemesi, rüzgar sesi, suların çağıldaması vs. ) taklidiyle ortaya çıkmıştır. Bu varsayımın zayıf noktası bütün dillerde mevcut olan bu yansıma sözcüklerin sayısının çok az olmasıdır.
B-Ünlemleri temel alan varsayım ( Aha ya da Puh Puh kuramı ) : Kimi bilginler de dilin doğuşunu ünlemlere dayandırmıştır. Bu varsayıma göre ilk insan, kimi yaratık ve olaylar karşısında (korktuğunda, sevindiğinde, canı acıdığında vs.) şaşkınlığını, hayranlığını, korkusunu vs. ifade etmek için bazı ünlemler çıkarmış, daha sonra bu sesleri tekrar ederek sözcükleri oluşturmuştur. Bu kuramın zayıf yönü de tıpkı yansıma kuramında olduğu gibi ünlemlerin sayısının da dillerin sözvarlığında çok az olmasıdır.
C- İş varsayımı ( Yo-He-Ho kuramı) : İnsanların ortak iş yaparken işi kolaylaştırmak için birtakım ortak sesler çıkardıkları gerçeğinden hareket edilerek oluşturulan bir kuramdır. Bu kuramı savunanlar yapılan ilk işin kazmak olduğunu ve ilk insan seslerinin de bu eylemle ilgili olduğunu iddia etmektedirler. Bu kuramın zayıf yönü ise isim köklerinin izahının zorluğudur.
Bunların dışında Ruhbilimsel Kuram, Ay-Dil Kuramı, Güneş Dil Kuramı gibi kuramlar da vardır.
Alman bilgin Wilhelm WUNDT dilin doğuşuyla ilgili bütün bu kuramlardan faydalanarak farklı bir görüş ileri sürmüştür. Wundt, ruhbilimin verilerinden yararlanmakta, jest dilini derinlemesine incelemekte, dil seslerini; hayvanlar arasındaki canlı sesler, çocuktaki dil sesleri, dildeki doğa sesleri ve yansımalar açısından ele aldıktan sonra söyleyiş denen şeyi, ağzın içini de kapsayan geniş anlamda bir mimik hareketi olarak kabul etmektedir. Dil seslerinin ilk aşaması, bilgine göre, ses aygıtının meydana getirdiği fiziksel ve ruhsal anlamlılık taşıyan hayvansal ses belirtilerinden oluşmuştur. Bu belirtiler önce içgüdüsel iken daha sonra, zaman zaman bilinçli olarak kullanılan anlatım aracı olmuşlardır. Bağırma durumundaki ilk sesler, sonradan perdeli sese dönüşmüştür.
Wundt, bu kuramını çocuk diline dayandırmakta, çocuğun dil öğrenmeye başlarken çıkardığı, hayvan seslerine benzeyen bağırmalara dikkat çekmektedir. Wundt'un bu görüşü, dilbilim dünyasında en geçerli görüştür.
DİL VE İNSAN
Alman filozofu Heidegger'in dil hakkında derin manalı, güzel bir sözü vardır: "Dil insanın evidir." der. Bundan on yıl kadar önce, üniversitede üç dört arkadaş bu cümlenin manası üzerinde saatlerce konuşmuştuk. Evin, başlıca özelliği tabiat içinde olmakla beraber, tabiattan ayrı, insan için, insana göre bir mekân teşkil etmesidir. Evin bütün yapı malzemesi tabiattan alınmıştır. Fakat değiştirilmiş, yeni bir şekle sokulmuştur. Alain: "Evin dışı tabiata, içi insana göredir." der. Bu söz de doğrudur. Çatı, duvar, pencere, temel, sıva, kapı ve pancur dış ile ilgilidir. Bunlar dışa karşı ve dışa göredir. Ev içi, denilebilir ki insanın kalıbıdır. Benzetme daha başka fikirlerin geliştirilmesine de elverişlidir. Evler, iklim çeşitlerine göre olduğu kadar, kavimlerin medeniyet şekillerinin, sosyal tabakalara ve şahısların servet, zihniyet ve zevklerine göre değişik şekiller arz ederler. Diller de böyle değil midir? Her millet dilini kendi ihtiyaçlarına, kültür ve medeniyet seviyesine, zevkine göre yaratır. Dil, tıpkı ev gibi bir milletin duygu, düşünce ve hayatının barınağı, korunağıdır. Dede Korkut kitabını okumaya bayılırım. Burada kendimi bambaşka bir dünya içinde, bambaşka insanlar arasında bulurum. Halit Ziya'nın Mai ve Siyah'ı, Tanpınar'ın Huzur'u da hoşuma gider. Onlarda Dede Korkut kitabındakinden çok farklı bir zaman, Çok farklı bir mekân ve insan vardır. Dilin insanın evi olduğu fikrini bilhassa edebî eserleri okurken hissederim. Zira edebî eserlerde insan daha canlı olarak gözükür. Fakat fikir eserleri de insanın evidir. Türklüğün esasları, Ziya Gökalp'tir. Her cümlesinde o vardır. Dilin bütünü milletin evidir. Binbir odalı bir ev! Buna şehir, ülke demek daha doğru olur. Milletler dillerini tıpkı medeniyetleri gibi kurarlar. Her milletin kendisine göre bir medeniyeti vardır. Ziya Gökalp buna hars, millî kültür adını veriyor. Dil, harsın evidir.
Heidegger, "Dil insanın evidir." derken, dil ile insan arasındaki yakın münasebeti belirtmek istemiştir. İnsan yerine millet demekte bir mahzur yoktur. Zira dillerin başlıca vasfı millî oluşlarıdır. Fakat burada, dil ile kültür arasındaki münasebet unutulursa bazı hatalara düşülebilir.
Dil konusunda en çok yanılanlar, dili, tarihten, kültürden, toplumdan, bir kelime ile insandan ayıran dilcilerdir. Hani şu çok işe yarayan sözlükler, gramer kitapları yok mu, onlardır insanları dil konusunda aldatan. Dünyada sözlük ve gramerden daha suni hiçbir şey yoktur. Ionesco'nun yaptığı gibi sözlük ve gramere göre konuşan robot insanlar icat etmek suretiyle insanlar güldürülebilir. Dünyada kimse sözlük ve gramere göre konuşmaz. Bir zamanlar "dahi-i azam" diye ünü göklere çıkartılan Abdülhak Hamit,
Gramerden de anlamam billâh
Ulema benden etsin istikrah!
diye korkunç ve gülünç beyitler yazıyordu. Fakat haklı idi. Dâhi bir şair olduğuna inanıyordu. Kendinden önce gelen, basmakalıp ifadeleri bıkmadan tekrarlayanlarla kıyaslanırsa, gerçekten de dâhi denilebilecek bir yaratma gücüne sahipti. O da her yazar gibi kendine göre bir dünya kurmuştu. Evinin malzemesi biraz karışık, yapısı biraz eğri büğrü idi ama "Hâmidâne" idi.
Dili insanla beraber alınca, Yunus Emre gibi;
Cümle şair dost bahçesi bülbülü
diyerek, çok geniş davranmak mümkündür ve kanaatime göre doğru olan da budur.
En güzel Türkçeyi kim söylemiştir? Hiç kimse. En güzel Türkçe diye bir şey yoktur. Bir milleti teşkil eden fertlerin hepsi, kelime ve gramer kaideleri üzerinde kafa yormadan, sabahtan akşama kadar konuşurlar. Evlere, kahvelere, sokaklara kulak verin. Kuş cıvıltıları gibi insan sesi gelir. Fakat bu gelen sadece ses değil, duygu, düşünce, sevgi, nefret, kin, hiddettir. İnsan bir şeyi anlatmak için konuşur. İnsan için önemli olan dilin kendisi değil, dil ile anlatılan şeydir. Dil, bir vasıtadan başka bir şey değildir. Fakat vasıta olmak dili küçültmez. Tam tersine dilin şanı, şerefi vasıta oluşundandır. Dil olmasa birbirimizle anlaşabilir miydik? Dil olmasa tarih, kültür, edebiyat ve medeniyet de olmazdı. Fakat dilin vasıta olması, hayatın şekil almasından hemen hemen farksızdır. Hayatı aldığı şekilden ayırabilir misiniz? Hayat var olmak için kendine göre organlar yaratır. Dil de böyledir. Dil de bir bakıma hayatın aldığı bir şekildir. Bir şiir, hikâye ve romanda dil, içini dolduran hayat gücü ile pırıl pırıl parlar.
Bursa'da bir eski cami avlusu
Mermer şadırvanda şakırdayan su,
Orhan zamanından kalma bir duvar
Onunla bir yaşta ihtiyar çınar...
Bu mısraları okur okumaz gözümüzün önünde bir dünya canlanır. Bu sır, kelimelerin kendisinde midir? Yoksa onların dizisinde, sıralanışında, yan yana gelişinde midir? Sırayı bozmak suretiyle bunun yapıdan geldiğini kolayca anlamak mümkündür; çınar, ihtiyar, yaş, bir onunla, duvar, bir kalma, zamanından, Orhan ilh. Bu deneme gösterir ki, manayı, güzelliği vücuda getiren şairin kurduğu nizamdır. A. Kutsi Tecer'in Köşebaşı adlı piyesinden bir parça;
"Sütçü- Eh, dünya bu! Dün sabah uğradım, sütünü bıraktım, adamcağız sağdı. Bu sabah uğradım sütünü bırakmaya, ölmüş.. Dünya bu! Dokundu içime hanımefendi...
Süt alan kadın- Vah! Vah! Kim acaba?
Sütçü- Macit Bey.
Süt alan kadın- Sahi mi? Ah, ne iyi adamdı!
Burada bir hayat parçası vardır ve bu hayat parçası kelimeler dizisine bağlıdır. Bu parçayı da sondan başa doğru okuyunuz, hiçbir manası olmayan saçma bir kelimeler yığınıyla karşılaşırsınız. Eskiler nesir için inşa derlerdi. Güzel, manalı bir terimdi bu. Yazı, hatta konuşma, tıpkı ev gibi inşa edilir ve bu evin içinde insan oturur. Dil konusunda en büyük hata kelimeleri ayrı ayrı ele almaktır. Normal dilde, konuşma ve yazıda kelime değil cümle vardır. Her cümle bir yapıdır. Dile bu gözle bakınca, eskilerin de kendi çağlarının malzeme ve üslubuna göre evler inşa ettiklerini görürsünüz. Eski şiirin tabiî ünitesi beyittir. Beyit kelimesinin manası evdir. Gerçekten beyit ev gibi inşa edilmiştir ve o evin içinde insan oturur:
Ah eylediğim serv-i hıramanın içindir
Kan ağladığım gonca-i handanın içindir
Yaktın tenimi vasl günü şem-teg amma
Bil kim bu tedarük şeb-i hicranın içindir.
Burada önemli olan tek tek kelimeler midir? Yoksa yapı, düzen ve mana mıdır? Edebiyattan biraz anlayan ve hakikat duygusu olan herkes itiraf eder ki, burada, bir insan bir insanın aşkı, ıstırabı, bekleyişi, ümit ve ümitsizliği bahis konusudur. Kelimeler onu anlatmak içindir. Burada âşık ve muztarip Fuzuli'dir dile gelen. Eğer bütünü, manayı, insanı bırakır da tek tek kelimeleri ele alır, hele onları Öztürkçe, Arapça, Farsça, isim, sıfat, fiil diye ayırmaya kalkarsanız, her şeyi kaybedersiniz. Dili, insandan, tarihten, kültürden ayıranlar sanat, kültür ve insanla ilgisi olmayan yaratıklardır. Onlardan korkunuz. Tuğlaları incelemek için binayı başınıza yıkarlar. Dili insanla beraber ele alınca evin sıcaklığına kavuşmuş, bütün diller ve insanlarla dost olmuş oluruz. Mehmet KAPLAN
Dil-Millet İlişkisi: Dil, sosyal bir varlık olması bakımından milletin en temel vasfı olarak karşımıza çıkar. Çünkü milletin fertleri kullandıkları ortak dille anlaşırlar. Dünyayı, ana dilleriyle seslendirirler. Bir toplumda yaşayan insanlar, dünyayı olduğu gibi değil, dillerinin kendilerine sunduğu gibi görürler. Bu durumu ünlü dilbilimci Wilhelm von Humboldt "İnsanlar, bu dünyada ana dillerinin dünyayı kendilerine sunduğu biçimde yaşamaktadırlar." diye izah etmektedir. Milletler geçmişte yarattıkları bilgi ve birikimi dille geleceğe aktarırlar. Bir milletin geçirdiği sosyal, siyasî ve kültürel evreler, iniş ve çıkışlar o milletin dilinden takip edilebilir. Mesela, Türklerin Uygurlar döneminde eski inançlarını bırakıp, Budizm'e, Maniheizm'e geçişlerinin; X. yy.da İslamlığı kabul edişlerinin vs. etkilerini Türk yazı dilinden takip etmemiz mümkündür. Bu durumu Prof. Dr. Zeynep Korkmaz; "...dilin yapısı yaşama düzeninin yapısına paralel bir şekilde yol almaktadır." diye açıklamaktadır.
Bir milleti kullandığı dil belirler. Bugün yaşamayan, tarih sahnesinden silinmiş milletleri ancak dilleri sayesinde tanıyabiliyoruz: Sümerler, Hititler, Etiler... vb. gibi.
Dil-millet ilişkisinde, dilin, millî birliğin çimentosu olduğunu en açık şekilde M. Kemal ATATÜRK'ün şu sözlerinde görebiliriz: "Türkiye Cumhuriyetini kuran Türk halkı, Türk milletidir. Türk milleti demek, Türk dili demektir. Türk dili, Türk milleti için kutsal bir hazinedir. Çünkü Türk milleti, geçirdiği nihayetsiz felaketler içinde ahlâkının, ananelerinin, hatıralarının, menfaatlerinin, kısacası, bugün kendi milliyetini yapan her şeyinin dili sayesinde muhafaza olunduğunu görüyor. Türk dili, Türk milletinin kalbidir, zihnidir."
Dil-Kültür İlişkisi: Kültür, bir topluluğu, bir cemiyeti, bir milleti millet yapan, onu diğer milletlerden farklı kılan hayat tezahürlerinin bütünüdür. Dil ise, hem yaratıcısı, hem de taşıyıcısı olması bakımından yazılı ve sözlü kültürün temelidir. Dilin gelişmişliği, aynı zamanda, kültürün gelişmişliğinin de aynasıdır. Bu açıdan bakıldığında, gelişmiş, mükemmel diller, gelişmiş mükemmel kültürlerin aynasıdır. Anlatım gücü zayıf, gelişmemiş bir dile sahip olan milletlerin zengin bir kültürü olması da mümkün değildir.
DİL VE KÜLTÜR
Ziya Gökalp, dili kültürün temel unsuru sayar. O, bu görüşünde haklıdır. Zira dil, duygu ve düşüncenin âdeta kabıdır. Bir milletin bütün duygu ve düşünce hazinesi, dil kabına veya kalıbına dökülür ve bu dil kabı ile yerden yere, nesilden nesile aktarılır. Yazı, dilin sesini kaydeden bir vasıta olarak dilin bir parçasıdır. Fakat kültür, söz ile de bir millet arasına yayılır. Dil, kültürün temeli olduğuna göre, bir milletin dil ile ifade ettiği sözlü, yazılı her şey kültür kavramına girer. Sabahtan akşama kadar evde, sokakta, çarşıda, iş yerinde konuşan halk, farkında olmadan dil tarlasını eker, biçer. Dilin duygu ve düşünce ile dolmasının sebebi, günlük hayata çok yakın olmasıdır. Aslında dili yaratan hayat, daha doğrusu sosyal hayattır. Anne çocuğuna bir oyuncak verir: "Bak, sana otomobil getirdim." der. Böylece çocuk, oyuncak otomobil ile beraber "otomobil" kelimesini öğrenir. Fakat dil her zaman böyle bir eşya gösterilerek öğrenilmez. Bebek etrafında manasını anlamadığı birtakım sesler duyar. Zamanla onların bir şeye tekabül ettiğini öğrenir. Dil deyince, konuşulan ve yazılan bütün kelime ve cümleleri anlamak lazımdır. Halk günlük hayatında kelimeleri menşelerine göre ayırmaz. Onu ilgilendiren, kelimelerin manası, işe yaramasıdır. Bir bakkal dükkânında on dakika oturup halkı dinleyerek hangi kelimeleri kullandığını tespit edebilirsiniz. İlle öztürkçe yazılmamış, normal, tabiî yazılı bir mahsulde, bir gazete veya kitapta da bu işi yapabilirsiniz. Normal ve tabiî konuşan halk gibi, normal ve tabiî yazan bir yazar da kelimelerin menşeine değil, manasına, nüansına ve işe yararlılığına önem verir. Konuşma veya yazı dilinde kelimeleri, Türkçe, yabancı diye ayırmak normal veya tabiî konuşma ve yazmaya aykırı bir davranıştır. Bu yapma tutumu, kırıtkan kadınların hal ve tavırlarında olduğu gibi derhal farkedersiniz. Böyle yapanlar dikkatlerini bahsedecekleri şeye verecekleri yerde belli kelimelere verirler. Onlar için önemli olan eşya, duygu ve düşünce değil, öztürkçe kelimelerdir. Bir yazarı değerlendirirken, fikirlerine değil, kullandığı kelimelere bakarlar. Onlara göre öztürkçe kelime kullananlar iyi, kullanmayanlar kötüdür. Bu ölçüyü öztürkçeden önce yazılmış eserlere tatbik ederseniz, hepsi kötüdür. Fuzulî, Bâkî, Nedim, Şeyh Galib, Fikret, Akif, hattâ Yahya Kemal, Reşat Nuri bile... Böyle bir davranış tarzının ne kadar barbarca olduğunu buna göre ölçebilirsiniz. Her millet dilini ve kültürünü yüzyıllar boyunca yoğurur. Bu esnada o, akan bir nehir gibi, içinden geçtiği her topraktan bazı unsurları alır. Her medenî milletin konuşma ve yazı dili, karşılaştığı medeniyetlerden alınma kelime ve deyimlerle doludur. Bu bakımdan her milletin dili, o milletin çağlar boyunca yaşadığı tarihin adeta özetidir. Dile bu gözle bakılırsa mana kazanır. Batılı dil âlimleri, filologlar yazılı veya sözlü kültür eserlerini incelerken, bir arkeolog gibi hareket ederler. Bir nevi dil arkeolojisi yaparlar. İlkin inceledikleri metnin tarihini tespite çalışırlar. Zira her metin dil tarihinin bir kesitini verir. O kesitte, o anda bulunan ve o ana kadar dile girmiş olan her kelimenin, yerli, yabancı ayırmaksızın yazılışı, söylenişi, manası dikkatle tespit edilir. Zira en küçük bir işaret, bir ses değişmesi, o kelime hatta bütün metnin manasını değiştirebilir. Eğer Sümerce bir metinde Tanrı ve at kelimeleri Türkçe Tanrı ve at manalarına geliyorsa, bu, bütün insanlık tarihine yeni bir gözle bakmayı gerektirir. Bundan dolayı dil âlimleri, filologlar eski metinleri incelerken kılı kırk yararlar. Kelimelerin menşeleri onları dil ve kültür tarihi bakımından ilgilendirir. Göktürk harfleriyle yazılmış bir mezar taşında görülen Çince, Hintçe bir kelime, dil ve kültür tarihi bakımından önemli bir mana taşır. Türklere ait eski metinlerde sade Türkçe kelimelere önem vererek, yabancıları bir kenara atmak hem kültür kavramına, hem de ilmî düşünceye aykırıdır. Dili, bir milletin medeniyet tarihinin aynası olarak inceleyenler, onda pek çok şeyi görürler. Dil ile tarih ve kültür arasındaki münasebeti bilen bir kimse, dili tek başına almaz. Zira dilde her kelimenin yazılış, ses, şekil ve manasını tayin eden, tarih ve kültürdür. Yunus Emre'nin şiirlerinin dilini, yazıldığı devir ve çevreden ayrı ele alamazsınız. Zira o ağacın kökleri gelenek ile beraber, yetiştiği topraklara sımsıkı bağlıdır. Bu da gösterir ki, filolog sadece dilci değil, geniş kültürlü, kafası dil gibi hayatın bütün imkânlarına açık bir insan olmalıdır. Kültür eserleri, dilin belli bir yer ve anda donmuş şekilleridir. Bu bakımdan onların abidelerden farkları yoktur. Kütüphaneler dil abidelerini toplayan müzelerdir. Dil, bir kap olduğuna göre onlara duygu, düşünce, hayal müzeleri demek gerekir. Biz eskiden yaşamış insanların hayat tecrübelerini, inanç ve değerlerini bu eserlerden öğreniriz. Aslında dili hem şekil, hem muhtevasıyla inceleyen filolojinin gayesi, insan kültürünü tanımaktır. Fakat bu görüşe ancak dil ile kültür arasındaki bağlantıyı görenler ulaşabilirler. Mehmet KAPLAN
YERYÜZÜNDEKİ DİLLER VE TÜRK DİLİNİN DÜNYA DİLLERİ ARASINDAKİ YERİ
Yeryüzünde ne kadar millet varsa, o kadar da dil vardır. Türkçede dil isimleri millet adına +ca, +ce, +ça, +çe isimden isim yapma eki getirilerek oluşturulur: Türkçe, Almanca, İngilizce, Arapça, Farsça gibi. Her millet dünyayı, kendi kültürüne, coğrafyasına, hayat anlayışına, hançeresine uygun olan diliyle seslendirir. Bugün her milletin dili ayrı, bağımsız olmakla birlikte, aralarında bazı benzerlikler de görülebilir. Bu benzerlikler, bazen, herkesin görebileceği kadar açıkken, bazen de sadece dilbilimcilerin fark edebileceği benzerliklerdir.
Yeryüzündeki diller iki bakımdan ortak gruplarda tasnif edilirler:
1- Menşe (kaynak) bakımından (dil aileleri),
2- Yapı bakımından (dil grupları).
1. KAYNAKLARI BAKIMINDAN DİL AİLELERİ:
Aynı ana kaynaktan çıkan, akraba dillerdir. Bir dil ailesi, aynı ana kaynaktan gelişmiş çeşitli dillerden oluşmaktadır. Kaynaklarına göre dil ailelerinin tasnifinde en temel ölçütler dillerin ses, şekil ve cümle yapılarındaki denkliklerdir. Bunun yanında temel (çekirdek) sözcüklerdeki ortaklıklar ve tarihî gelişmeler de akrabalığın tespitindeki önemli ölçütlerdir. Eski bir anadilden gelen diller çok defa büyük dallara ayrılmış bulunur. Hind-Avrupa dil ailesinin Hind-İran, Baltık-Slav, Yunan, Latın, Germen dalları gibi... Buna göre aynı ailede, diller arasında akrabalık da derece derece olur. Meselâ, Farsça ile İngilizce ayrı dallardan ve uzak akraba; Almanca ile İngilizce ise aynı daldan ve yakın akrabadır. Yeryüzündeki başlıca dil aileleri şunlardır:
A-Hint-Avrupa Dilleri: Dünyada yer alan dil ailelerinin en büyüklerinden birisidir. Bu dil ailesinde Fince, Macarca ve bazı küçük nüfuslu milletlerin dilleri dışındaki bütün Avrupa dilleri, Asya dillerinden Farsça ve Hindistan'da konuşulan diller girer. Adından da anlaşılacağı gibi bu dil ailesinin, Avrupa ve Asya kolu mevcuttur. Bu dil ailesinin Avrupa kolunda şu diller vardır:
a-Germen Dilleri: Almanca, Felemenkçe, İngilizce ve İskandinav dilleri bu gruptadır.
b-Roman Dilleri: Latince, Fransızca, İspanyolca, Portekizce, İtalyanca ve Romence bu gruptadır.
c-İslav Dilleri: Rusça, Bulgarca, Sırpça, Lehçe, Boşnakça bu gruptadır.
ç-Yunanca, Arnavutça, Keltçe, Litvanca.
d-Bugün yaşamayan eski Anadolu dillerinden Hititçe.
Bu dil ailesinin Asya kolunda da şu diller mevcuttur:
a-Hintçe (Tarihî Sanskritçe ve bugünkü Hint dilleri).
b-Farsça (Tarihî Avesta da bu koldadır).
c-Toharca ç-Ermenice
B- Sâmî- Hâmî Dilleri: Kısaca Sâmî dilleri de denilen bu dil ailesinde eski çağlardan beri yeryüzünde konuşulan diller bulunmaktadır. Adını, Tevrat'ta geçen Hz. Nuh'un oğulları Ham ve Sam'dan alan bu dil ailesinin Sâmî kolunda şu diller bulunmaktadır: Akkadca, Ugarit dili, İbranice (Kenanî), Süryanca, Aramca (Aramî), Arapça.
Bu dil ailesinin Hâmî kolunda ise; Mısır'da, Kuzey Afrika'da, Kanarya adalarında, Kızıldeniz'in batısında ve Habeşistan'da konuşulan diller vardır.
C- Çin-Tibet Dilleri: Asya'nın bu büyük dil ailesi, Çin ve Tibet dillerini içine alır ve Tibet-Burma, Tay-Çin olmak üzere iki kola ayrılır.
Ç- Bantu Dilleri: Afrika'daki bu en büyük dil ailesinin içine Orta ve Güney Afrika'da yaklaşık 50 milyon insanın konuştuğu çeşitli diller girmektedir.
D- Ural-Altay Dilleri: Yukarıda sayılan dil ailelerindeki dillerin akrabalıkları kesindir. Ural-Altay dilleri olarak adlandırılan dil ailesindeki dillerin akrabalıkları ise kesin olmayıp tartışmalıdır. Ural-Altay dillerindeki yakınlık kaynak birliğinden çok yapı birliği şeklinde karşımıza çıkmaktadır. Bu yüzden bu dil ailesini dil grubu sayan dilbilimciler de vardır. Kaynak olarak akraba olup olmadıkları tartışılmakla birlikte bu grupta yer alan diller arasında ses, şekil ve cümle yapıları bakımından önemli benzerlikler vardır. Meselâ, bu dillerin hepsi eklemeli dillerdir, yine genel manada birbirine benzeyen bir ünlü uyumu sistemleri vardır, kelime sıraları da, istisnalar dışında, aynıdır. Bu dil ailesindeki dilleri bir şema üzerinde şöyle gösterebiliriz:
URAL-ALTAY DİL AİLESİ
Ural Kolu Altay Kolu
a) Fin-Ugor b) Samoyed Türkçe, Moğolca, Mançu-Tunguzca, Japonca(?) Korece(?)
Fince
Macarca
Permce
Ugorca
Belli başlı bu dil ailelerinden başka, Hoin-San dilleri, Eskimo-Aleut dilleri; Amerika dilleri; Kuzey Amerika dilleri, Meksika ve Orta Amerika dilleri, Antiller ve Güney Amerika dillerini de gösterebiliriz.
2. YAPI BAKIMINDAN DİL GRUPLARI (Fonolojik Tasnif): Dünya dilleri, ses sistemleri, kelime ve cümle yapıları bakımından farklılıklar ve benzerlikler gösterir. İşte bu üç ölçüt göz önünde bulundurularak dünya dilleri şu dil gruplarında toplanmışlardır:
A. Tek Heceli (Ayrımlı) Diller: Bu dillerde kelimeler tek hecelidir. Kelimeler cümle içinde değişmezler. Başka bir deyişle kelimeler çekime girmezler. Tek heceli oldukları için şeklen birbirine çok benzeyen kelimeleri ayırt etmek için çok zengin bir vurgu sistemi vardır. Çince, Tibetçe, Siyamca, Vietnam dili, Cava dili bu dil grubundadır.
B. Eklemeli (Bitişimli) Diller: Bu dil grubundaki dillerde tek veya çok heceli kelime kökleri ve bu köklerden yeni kelimeler türeten veya kelimeleri çekime sokan ekler mevcuttur. Bu ekler kelime köküne getirilirken kök değişmez ve kök ile ekler birbirinden rahatça ayrılabilir. Bu dillerin bir kısmı baştan ek alırken (Macarca), bazıları da sondan ek alırlar (Moğolca, Mançu ?Tunguzca, Japonca, Korece). Türkçe de yapı bakımından bu dil grubundadır ve sondan ek alan bir dildir.
C. Çekimli (Bükümlü-Tasrifli) Diller: Bu dillerde tek veya çok heceli kelime kökleri ve az olmakla birlikte bazı ekler vardır. Ancak yeni bir kelime yapılırken, çoğunlukla, kelime kökü içten bir kırılmaya uğrar. Bu kırılma bazen kelime kökünü tamamen tanınmaz hale getirirken, (Hint Avrupa dillerinde böyledir.) bazen de kelime kökündeki aslî sesler (sessiz sesler) muhafaza edilerek yeni kelime ile kelimenin kökü bağ belli olur (Sâmî dilleri böyledir). Mesela Arapça ktb> katib, mektub, kitabet; hkm> hükm, hâkim, mahkûm vb. gibi.
Prof. Dr. Ahmet Caferoğlu, bu dil gruplarına bir dördüncüsünü de eklemektedir. Mümteziç, terkibî (birleşik) diller diye adlandırdığı bu grubu Caferoğlu şöyle tanıtmaktadır: "Bu gruba şimalî Amerika yerlileri ile, genel olarak, şimalî Amerika ırkına mensup kavimlerin dilleri girmektedir. Bu diller şeklen iltisakî (eklemeli) olmak bakımından Ural-Altay dilleri grubuna yaklaşmaktadır. Ancak birleşik kelimeler terkiplenmesinde ve türemesinde, kendine mahsus bir hususiyete maliktir ki, buna diğer dillerde rastlanmaz. Bazen bu dilde bir birleşik kelime bizim bir cümlemizin yerini tutmaktadır."
İKİNCİ BÖLÜM TÜRK DİLİNİN TARİHÎ DEVİRLERİ VE GELİŞMESİ
1. Türk Dilinin Eskiliği Meselesi ve Tarihî Devirleri:
A- Türk Dilinin Eskiliği Meselesi: Her dilin olduğu gibi Türkçenin de aydınlık ve karanlık devirleri vardır. Türkçeyi yazılı belgelerle takip edebildiğimiz dönem (Eski Türkçe çağı), dilimizin aydınlık dönemidir. Bu dönemden itibaren (VII. yy.dan itibaren) Türkçenin gelişimini, geçirdiği farklılıkları, bu farklılıkları yaratan sosyal, siyasî ve kültürel etkileri yazılı belgelerden rahatlıkla takip edebiliriz. Bundan önceki dönemler ise Türkçenin farazî (karanlık) dönemleridir.
Türk dilinin ( içinde Türk adı geçen) ilk yazılı belgeleri, VII. yüzyılda yazılan Orhun Yazıtları'dır. Aynı alfabeyle yazılan Yenisey Yazıtları'nın tarihleri daha eskidir. Ancak bu yazıtlar Köktürklerden değil Kırgız Türklerinden kalmıştır. Özellikle Orhun Yazıtları'nda çok gelişmiş, edebî bir dil karşımıza çıkmaktadır. Türkçenin yavaş gelişen bir dil olduğu da göz önüne alınırsa Orhun Yazıtları?ndaki Türkçenin kısa bir sürede ortaya çıkması mümkün değildir. Bu yüzden Türkçenin varlığını çok daha eskilere götürmemiz gerekir. Prof. Dr. Doğan Aksan, Orhun ve Yenisey Yazıtları'nın; soyut kavramlarındaki zenginlik, eşanlamlılık, çok anlamlılık, ileri öğeler, deyimler, atasözleri, ikilemeler ve sanatlı anlatımlar gibi özelliklerine dayanarak, "...Türkçenin ileri bir dönemini yansıttığını ve bu çağda dilin bir yazın dili olduğunu..."söylemektedir.
Prof. Dr. Osman Nedim Tuna "Sümer ve Türk Dillerinin Tarihî İlgisi İle Türk Dili'nin Yaşı Meselesi" adlı eserinde, çeşitli ses denkliklerinden (kurallarından) faydalanarak, Sümercedeki 168 kelimenin Türkçe olduğunu iddia etmektedir. Tuna, eserinde bu denklikleri verdikten sonra Türkçenin yaşı ile ilgili şunları söylemektedir: "...Şu halde Türkler daha MÖ en az 3500'lerde bugünkü Türkiye'nin doğusunda oturuyorlardı ve dilleri, Sümerlerle iç içe yaşarken, henüz iki kola ayrılmıştı."
Osman Nedim Tuna, eserinin sonuç bölümünde bütün bu verilerden hareket ederek Türkçenin yaşıyla ilgili şu sonuçlara varmaktadır:
1- Sümercedeki 168 kelime Türkçedir.
2- Türkler en az MÖ 3500'lerde Türkiye'nin Doğu bölgelerinde bulunuyorlardı.
3- Bütün bunlara baktığımızda Türkçe en az 8500 yıllık bir dildir.
4-Bütün dünya dilleri içerisinde yaşayan, yazılı belgeye sahip (Sümerce tabletlerdeki Türkçe kelimeler) en eski dil Türkçedir. Osman Nedim Tuna'nın tespit ve iddialarını bir kenara bırakıp yazılı belgeler açısından ele aldığımızda Türkçe, Ural-Altay dilleri içerisinde en eski yazılı geleneğe sahip olan dil, Avrupa dillerinden ise, Latince ve Yunanca hariç, yine en eski yazı dilidir. Türkçenin, Ural-Altay dillerinin ve bazı Avrupa dillerinin yazılı belgelerini aşağıdaki bilgilerden takip edebiliriz:
Türk dili: En eski yazılı vesikası, Çoyren(Çoyrın) yazıtıdır. Yazılış tarihi MS 688-692'dir
Japonca: MS 712 Nihon Şoki. Ufak bir parçadır. Tarih olarak Türkçeye en yakın Altay dili Japoncadır.
Moğolca: En eski yazılı belgesi MS 1225'ten kalan Yesunka Taşı'dır.
Tunguz dili: Bu dilin bilinen en eski vesikası bugün yaşamayan Çuçen diline aittir ve MS 1413 yılından kalmadır.
Kore dili: Kore dilinin en eski yazılı vesikaları 1443'ten başlayarak karşımıza çıkmaktadır.
İngilizce: En eski vesikası MS 8.yüzyıldan kalma kısa bir vesikadır.
Fransızca-Almanca: MS 843 yılından kalma Serment de Strasbourg anlaşması en eski vesikadır.
Macarca: En eski vesikası 1057 yılından kalan Tihanyi Vakıfnamesidir.
Fince: En eski vesikası tarihi bilinmeyen bir İncil tercümesidir. Bir dilin zenginliği, onun eskiliği, sürekliliği, edebiyat ve bilim dili oluşuyla söz konusu edilebilir. Doğal bir gelişme sürecinden geçmiş ve anormal sayılabilecek herhangi bir durum yaşamamışsa, eski ve sürekli yazılı metinlere sahip olan dillerin, gelişmiş, oturmuş, zengin diller olması gerekir. Bu açılardan bakıldığında Türkçe, bugün edebiyat ve bilim dili olarak kabul edilen birçok dünya dilinden daha eski yazılı metinlere sahip olan, konuşulduğu coğrafyanın büyüklüğü bakımından birinci, ana dili olarak üçüncü ve en çok konuşulan diller arasında beşinci sırada bulunan dünyanın en önemli kültür ve bilim dillerinden biridir.
B- Türk Dilinin Tarihî Devirleri: Türkçenin doğuşu ve tarihî gelişimiyle ilgili iki farklı görüş vardır. Bunlardan birincisi; Türkçenin Ana Hun Dili adı verilen bir dilden doğduğudur ve Türk dilleri müstakil bir dil ailesi oluştururlar. Bu görüşe göre Ana Hun dilinin batı lehçesi bugünkü Çuvaşçayı, kuzey lehçesi bugünkü Yakutçayı, doğu lehçesi de Türk Tatar dillerini yani Çuvaşça ve Yakutça dışındaki Türk dillerini doğurmuştur. Diğer görüş ise, Türk dilinin, Ural-Altay dil ailesinin Altay koluna mensup olduğunu ve bu koldaki diğer dillerle birlikte -Moğolca, Mançu Tunguzca, Japonca(?), Korece(?)- Ana Altayca denilen bir dilden türediğini savunmaktadır. Bu görüş Türkologlar (Türklük bilimciler) tarafından en fazla kabul gören görüştür.
Prof. Dr. Talat Tekin Türk dilinin tarihî dönemlerini şöyle tasnif etmektedir (Bu tasnif daha çok birinci görüşe uygundur):
1. İlk Türkçe dönemi (Aşağı yukarı çağımızın başlarına kadar sürer),
2. Ana Bulgarca ve Ana Türkçe dönemi (Kabaca 1.-6. yüzyıllar arası),
3. Eski Türkçe ve Eski Bulgarca dönemi (Kabaca 6.?11. yüzyıllar arası),
4. Orta Türkçe ve Orta Bulgarca dönemi (Kabaca 11.- 16. yüzyıllar arası),
5. Yeni Türkçe ve Çuvaşça dönemi (16. yüzyıldan bugüne kadar.)
Birçok Türkologun da benimsediği bir başka tasnif de Prof. Dr. Ahmet Caferoğlu'nun tasnifidir. Caferoğlu Türk dilinin gelişimini, yazı dili öncesi ve sonrasıyla birlikte, şöyle tasnif etmektedir:
1- Altay devri = Türk-Moğol dil birliği
2- En Eski Türkçe devri = Proto Türk dil birliği
3- İlk Türkçe devri
4- Eski Türkçe devri
5- Orta Türkçe devri
6- Yeni Türkçe devri
7- Modern Türkçe devri
1-ALTAY DEVRİ:
Türk-Moğol dil birliği de denilen bu çağ tamamen farazî ve karanlıktır. Bu çağ, ancak Altay dillerinin akrabalığıyla ilgili teoriyi kabul edenlerce düşünülebilir. Bu çağ, Türkçenin, Moğolcanın, Mançu Tunguzcanın ve diğer Altay dillerinin henüz teşekkül etmeden önce ortak bir dil olarak (ANA ALTAYCA) yaşadıkları varsayılan bir dönemdir. Bu dönem tarihin karanlık dönemlerini içine almaktadır.
2-EN ESKİ TÜRKÇE DEVRİ:
Ana Altaycadan ayrılan Türkçenin bağımsız bir dil olarak oluşmaya başladığı varsayılan dönemdir. Bu devreye Türk-Çuvaş dil birliği dönemi veya Proto Türkçe (Ön Türkçe) dönemi de denilmektedir. Bu dönemle de ilgili kesin bir tarih söylemek mümkün değildir. Bazı değerlendirmeler bu dönemi MÖ 8000'li yıllara kadar götürmektedir.
3- İLK TÜRKÇE DEVRİ:
Metinlerle olmasa da Türklüklerinde ittifak edilen kavimlerin veya Türk boylarının dillerini içine alan dönemdir. Hükümdar ve yer adları, yabancı kaynaklarda geçen kelime ve özel adlarla belirlenen Hun, Bulgar, Avar, Hazar vb. Türk kavimlerinin dillerini yani bu Türk lehçelerini buraya sokabiliriz. Türkologlar bu dönemde Türk dilini Batı Türkçesi ve Doğu Türkçesi diye iki bölüme ayırmakta; Batı Türkçesi ile bugünkü Çuvaşcanın temeli olan Bulgar Türkçesini, Doğu Türkçesiyle de Çuvaşça dışındaki diğer bütün Türk dillerinin temelini almaktadırlar.
4- ESKİ TÜRKÇE DEVRİ (VII. XI. Yüzyıl Arası) : Türk yazı dilinin tarihî metinlerle takip edilebilen ilk dönemidir. Bu dönem; A-Köktürk, B-Uygur devresi olmak üzere ikiye ayrılmaktadır. Bazı bilim adamları, Köktürkçe ve Uygurcanın İslamî tesir altında gelişen devamı olan Karahanlı Türkçesini de bu devirde göstermektedir. Fakat biz Karahanlı Türkçesini Orta Türkçe döneminin başlangıcı olarak alacağız.
5- ORTA TÜRKÇE DEVRİ (XI. XVI. Yüzyıl Arası): Türk milletin devlet dini olarak İslamlığı kabulüyle başlattığımız bir devredir. Bu devrede İslam kültür ve medeniyetiyle ilgili ilk eserler verilmeye başlanmıştır. Bu dönemin başında dil, Eski Türkçenin özelliklerini büyük ölçüde korumaktadır. Bu devir; "...Eskiden nispeten toplu bir halde bulunan ve bir yazı dili geleneğini sürdüren Türk boylarının birbirinden ayrılarak, uzak bölgelerde kendi şivelerini yazı dili olarak oluşturmaya başladıkları bir çağdır. Ana yurtta kalan halis Türkçe ile Oğuz ve Kıpçak lehçeleri yazı dili olarak bu devirde ayrılmış ve kendi eserlerini vermeğe başlamışlardır."
Bu devirde karşımıza çıkan Türk lehçeleri şunlardır:
a-Müşterek Ortaasya Türk Lehçeleri (Karahanlı ve Harezm Türkçesi),
b-Kuzey- Doğu Türkçesi (Kuman-Kıpçak, Çağatay, Uygur Türkçeleri),
c-Batı Türkçesi (Eski Anadolu Türkçesi veya Eski Türkiye Türkçesi)
6-YENİ TÜRKÇE DEVRİ (XVI. XX. Yüzyıl Arası): Osmanlı, Azerî, Türkmen, Çağatay (Hive-Hokant lehçeleri), Özbek edebiyatlarının dili bu döneme girer. Orta Türkçe çağında karşımıza çıkan Türk şivelerinin edebiyatlarının bu devirde gelişerek devam ettiğini görmekteyiz. Bir başka deyişle, Orta Türkçe dönemini Türk şivelerinin teşekkül ettiği dönem, Yeni Türkçe dönemini de bu şivelerle meydana getirilen edebiyatların geliştiği dönem olarak nitelendirebiliriz.
7-MODERN (ÇAĞDAŞ) TÜRKÇE DEVRİ (XX. Yüzyıl ve Sonrası) : Bugün içinde yaşadığımız devrin, Türk lehçe, şive ve ağızlarını içine alan dönemdir.
TÜRK YAZI DİLİNİN TARİHÎ GELİŞİMİ
1- ESKİ TÜRKÇE: Türkçeyi yazılı metinlerle ve Türk adıyla takip edebildiğimiz aydınlık bir devirdir. Bu devrin yazı dili, MS 552-745 yılları arasında hüküm sürmüş Köktürklerin ve 745-840 yıllarıarasında hüküm sürmüş Uygurların diline dayanır. Bu sebeple Eski Türkçeyi, Köktürkçe ve Uygurca diye iki döneme ayırıyoruz. Bugün elimizde Köktürklerden kalma taşlar üzerine yazılmış büyüklü küçüklü yazıtlarla, Uygurlardan kalma yazıtlar ve yazma eserler mevcuttur.
a-Köktürkçe: Köktürkler tarihte Türk adıyla devlet kuran ilk Türk topluluğudur. 552 yılında Bumin Kağan'ın kurduğu I. Köktürk devleti 630 yılında Çin'in esaretine girmiş, elli yıl kadar Çin esaretinde kaldıktan sonra 681-682 yıllarında Kutluk Kağan (İlteriş Kağan) önderliğinde Çin'e başkaldırmışlar ve II. Köktürk devletini kurmuşlardır.
Köktürklerden kalan dil yadigârları Köktürklerin bengü (ölümsüz) taş dedikleri, bir çeşit mezar taşları üzerine Köktürk alfabesiyle yazılmış yazılardır. Köktürklerin kullandığı bu alfabenin kaynağı tartışmalıdır. İlk defa Danimarkalı bilgin Vilhelm Thomsen tarafından çözümlenen bu yazıya, Run yazısına olan benzerliğinden dolayı, Runik Türk alfabesi denilmiş ve Köktürklerin bu alfabeyi İskandinav milletlerinden aldığı iddia edilmiştir. Bu iddianın dışında bu alfabenin Hitit yazısıyla ilgisi olduğu; Aramî, Soğd ve Pehlevî yazı sisteminden çıktığı iddiaları da vardır. Bunların yanında Köktürk yazısının Türk damgalarından geliştiği fikri de oldukça kabul görmektedir. Köktürk alfabesinde dört ünlü, otuz bir basit, üç de birleşik ünsüz olmak üzere otuz sekiz (38) işaret (harf) vardır.
Köktürkler döneminden kalan bengü taşların en önemlileri Köktürk hükümdarı Bilge Kağan, kardeşi Kültigin ve vezirleri Tonyukuk adına dikilen yazıtlardır. Bunların dışında büyüklü küçüklü yüz altmış (160) civarında yazıt daha vardır. Prof. Dr. Muharrem Ergin bu yazıtların önemini şu sözlerle ifade ediyor: "Türk adının, Türk milletinin isminin geçtiği ilk Türkçe metin.. İlk Türk tarihi.. Taşlar üzerine yazılmış tarih.. Türk devlet adamlarının millete hesap vermesi, milletle hesaplaşması.. Devlet ve milletin karşılıklı vazifeleri.. Türk milliyetçiliğinin temel kitabı.. Bir kavmi bir millet yapabilecek eser.. Türk dilinin mübarek kaynağı.. Türk yazı dilinin başlangıcını miladın ilk asırlarına çıkartan delil..."
ORHUN ABİDELERİ (KÖKTÜRK YAZITLARI)NDEN
Üze kök teñri asra yagız yir kılındukda ikin ara kişi oglı kılınmış. Kişi oglında üze eçüm apam Bumın Kagan İstemi Kagan olurmuş. Olurupan Türk budunuñ ilin törüsin tuta birmiş, iti birmiş. Tört buluñ kop yagı ermiş. Sü sülepen tört buluñdaki budunug kop almış, kop baz kılmış. Başlıgıg yükündürmiş, tizligig sökürmiş. İlgerü Kadırkan yışka tegi kirü Temir kapıgka tegi kondurmış. İkin ara idi oksuz Kök Türk ança olurur ermiş. Bilge kagan ermiş, alp kagan ermiş. Buyrıkı yime bilge ermiş erinç, alp ermiş erinç. Begleri yime budunı yime tüz ermiş. Anı üçün ilig ança tutmış erinç. İlig tutup törüg itmiş. Özi ança kergek bolmış...
Anda kisre inisi kagan bolmış erinç, oglıtı kagan bolmış erinç. Anda kisre inisi eçisin teg kılınmaduk erinç, oglı kañın teg kılunmaduk erinç. Bilgisiz kagan olurmış erinç, yablak kagan olurmış erinç. Buyrıkı yime bilgisiz erinç, yablak ermiş erinç Begleri budunı tüzsüz üçün Tabgaç budun tebligin kürlüg üçün armakçısın üçün inili eçili kiñşürtükin üçün begli budunlıg yoñşurtukın üçün Türk budun illedük ilin ıçgunı ıdmış, kaganladuk kaganınyitürü ıdmış. Tabgaç budunka beglik urı oglın kul boldı, işilik kız oglın küñ boldı...
...İnim Kül Tigin kergek boldı. Özüm sakındım. Körür közüm körmez teg, bilir biligim bilmez teg boldı. Özüm sakındım. Öd teñri yaşar. Kişi oglı kop ölgeli törümüş. Ança sakındım. Közde yaş kelser tıda köñülte sıgıt kelser yanduru sakındım. İki şad ulayu ini yiginüm oglanım beglerim budunum közi kaşı yablak boldaçı tip sakındım.
TERCÜMESİ
Üstte mavi gök, altta yağız yer kılındıkta, ikisi arasında insanoğlu kılınmış. İnsanoğlunun üzerine ecdadım Bumın Kağan, İstemi Kağan oturmuş. Oturarak Türk milletinin ilini töresini tutuvermiş, düzenleyivermiş. Dört taraf hep düşman imiş. Ordu sevk ederek dört taraftaki milleti hep almış, hep tâbi kılmış. Başlıya baş eğdirmiş, dizliye diz çöktürmüş. Doğuda Kadırkan ormanına kadar, batıda Demir Kapıya kadar kondurmuş. İkisi arasında pek teşkilatsız Köktürk öylece oturuyormuş. Bilgili kağan imiş, cesur kağan imiş. Buyruğu yine bilgili imiş tabii, cesur imiş tabii. Beyleri de milleti de doğru imiş. Onun için ili öylece tutmuş tabii. İli tutup töreyi düzenlemiş. Kendisi öylece vefat etmiş...
Ondan sonra küçük kardeşi kağan olmuş tabii, oğulları kağan olmuş tabii. Ondan sonra küçük kardeşi büyük kardeşi gibi kılınmamış olacak, oğlu babası gibi kılınmamış olacak. Bilgisiz kağan oturmuştur, kötü kağan oturmuştur. Buyruğu da bilgisizmiş tabii, kötü imiş tabii. Beyleri milleti ahenksiz olduğu için, Çin milleti hilekâr ve sahtekâr olduğu için, aldatıcı olduğu için, küçük kardeş ve büyük kardeşi birbirine düşürdüğü için, bey ve milleti karşılıklı çekiştirttiği için, Türk milleti il yaptığı ilini elden çıkarmış, kağan yaptığı kağanını kaybedivermiş. Çin milletine beylik erkek evladı kul oldu, hanımlık kız evladı cariye oldu...
...Küçük kardeşim Kül Tigin vefat etti. Kendim düşünceye daldım. Görür gözüm görmez gibi, bilir aklım bilmez gibi oldu. Kendim düşünceye daldım. Zamanı Tanrı yaşar. İnsanoğlu hep ölmek için türemiş. Öyle düşünceye daldım. Gözden yaş gelse mani olarak, gönülden ağlamak gelse geri çevirerek düşünceye daldım. İki şadın ve küçük kardeş yeğenimin, oğlumun, beylerimin, milletimin gözü kaşı kötü olacak diyip düşünceye daldım.?
ELEGEŞ YAZITI
Kadaşıma, keşime, adak atıma, yıta kara bodunuma adırıltım; yıta. Tört adak yılkım, sekiz adaklıg barımım bungım yok ertim. Bung banga bat ermiş. Öldim; yıta. Sizime yolukayın. .....beriye .......kılınu adırılayın.......bars yılta er...... elim ugrınta sü bolıp erlerim. Edükim yok, aç bildigde bir bertigime sekiz er erdim. Kara bodunum katıglanıng. El törüsü ıdmang. Yıta; elim, kanım. Urungu kölüng Tok Bögü Terkin?ge kanım beg erdim üçün, ben er.... Kürt el kan Alp Urungu, altunlıg keşigin bangtım belde. Elim, tokız kırk yaşım.... Kanım! Elime, sizime yıta bükmedim. Kanım! Elime yıta adırıltım. Kök tengride Gün, Ay azdım. Yıta, sizime adırıltım. Yüz er kadaşım uyarın üçün, yüz eren elig öküzin tegdük üçün, Kuyda konçuyıma, sizime yıta özde oglım sizime adırıltım.
TERCÜMESİ
Akrabamdan, sadağımdan, ayak atımdan, ne çare kara bodunumdan (halkımdan) ayrıldım, ne çare. Dört ayak at sürüm, sekiz ayaklı malım (olduğu için) kederim yok idi. Keder bana çabuk ermiş. Öldüm; ne çare. Sizlere feda olayım. ..... beriye ...... kılınıp ayrılayım ........ pars yılında er ...... ilim (memleketim) uğrunda asker olup erlerim (erlik yaparım). Edigim (ayakkabım) yok; aç (olduğumu) bildikte, bir verdiğime sekiz er idim. Kara bodunum toplanın. İl töresini terk etmeyin. Ne çare; elim, hânım (han, kağan) Urungu Kölüg Tok Bögü Terkin?e hânım bey olduğum için, ben er ...... Kürt ilinin hânı Alp Urungu, altınlı sadağımı bağladım belde. İlim, otuz dokuz yaşım ...... Hânım! İlime, sizlerime ne çare doymadım. Hânım! İlimden ne çare ayrıldım. Mavi gökte güneş, ay gibi kayboldum. Ne çare, sizlerimden ayrıldım. Yüz er akrabamı (kardeşimi, arkadaşımı) uyardığım için, yüz erle elli öküze değdiğimiz (saldırdığımız) için, Kuyda prensesimden, sizlerimden ne çare özde oğlum sizlerimden ayrıldım.
b- Uygurca:
742 yılında Basmıl ve Karluklarla birleşerek Köktürklere karşı ayaklanan Uygurlar Köktürk devletini yıkarak 745 yılında Uygur Kağanlığı?nı kurdular. Ötüken bölgesini bırakarak, Tarım havzasındaki vaha şehirlerine yerleşen Uygurlar, Çin ve Soğdlularla ilişkileri sonucunda konargöçer hayatlarını bırakarak yerleşik hayata geçmişler, Kutluk Bilge Kül Kağan ve oğlu Moyun Çor ile Bögü Kağan zamanında her alanda oldukça güçlü konuma gelmişlerdir. Beşbalık, Bezeklik, Kara-hoço gibi önemli Türk şehirlerini kurmuşlardır. Yerleşik hayatın tesiri ve yaşadıkları bölgenin bir ticaret alanı olması nedeniyle, değişik kültürlerden etkilenmişler, eski inanç sistemini terk ederek Budizm, Maniheizm gibi inançları hatta bir kısmı da Hristiyanlığı benimsemişlerdir. Uygurlardan kalan yazılı metinlerde ve kullandıkları alfabelerde bu inançların izlerini görmek mümkündür. 840 yılında Kırgız Türkleriyle yaptıkları bir savaşta yenilerek dağılan Uygurlar, Doğu Türkistan bölgesine çekilip, Uygur ve Sarı Uygur adlarıyla Çin hâkimiyetindeki bu bölgede halen yaşamaktadırlar.
Uygurcanın yazıya geçirilmesinde; Köktürk alfabesi, Uygur alfabesi, Soğd alfabesi, Mani yazısı, Brahmi yazısı ve Tibet yazısı kullanılmıştır. Uygurlar başlangıçta Köktürk yazısıyla taşlar üzerine yazılar yazarken, daha sonra diğer yazı türlerini kullanarak kâğıtlar üzerine yazılmış metinler oluşturmuşlardır. Hatta tahta üzerine oyulmuş Uygur harfleriyle baskı sistemini kullanmış olmaları nedeniyle; İngiliz Bilgini Carter ve Macar Türkolog Rasonyi matbaanın ilk mucitleri olarak Uygurları kabul etmektedir.
Sogd alfabesinden geliştirildiği sanılan ve sağdan sola doğru yazılan Uygur alfabesinde 18 harf vardır. Birbirine yakın "b, p, f" gibi harfler bir işaretle gösterilmiştir. Türkçenin yazımına pek uygun olmayan bir alfabedir.
Uygurlardan, Köktürk alfabesiyle taşa yazılmış, Taryat yazıtı, Şine Usu yazıtı, Sevrey yazıtı, Kara Balgasun yazıtı, Hoytu Tamir ve Gurbalçin yazıtları günümüze ulaşmıştır. Bunların yanında, Uygur sahasında yapılan kazılarda kâğıt ve ağaç kabuğuna yazılmış, Altun Yaruk, Sekiz Yükmek, Kuanşi im Pusar, Kalyanamkara ve Papamkara gibi din konusunu işleyen binlerce belge ile birçok minyatür bulunmuş, bu eserler çeşitli Avrupa ülkeleri ile Japonya'ya götürülmüştür. Eserlerden bir kısmı Alman Bilginler W. Bang ve Anna Maria von Gabain tarafından Türkische Turfan Texte adıyla yayınlanmıştır.
Uygur Türkçesine örnek olarak Uygur alfabesiyle kaleme alınmış ilk Türk şairi Aprınçur Tigin'in yazdığı Türk şiirinin ilk lirik örneğini verebiliriz:
METİN
"a.........
adıncıg amrak
amrak öz kiem
kasınçıgım o(yü) kadgurar men
kadguruk (ga) kaşı körtlem
kavışıgsayur men
öz amrakımın oyür men
oyü evirir men ödü.../çün
öz amrak(ımın) opügseyür men
barayın tiser kiçigkiem
baru yime umaz men
bagırsakım
kireyin tiser kiçigkiem
kirü yime umaz men
kin yapar yıdlıgım
yaruk tengriler yarlıkaz-ın
yavaşım birle
yakışıpan adrılmalım
küçlüg priştiler küç birz-ün
közi karam birle
külüşügin oluralım"
TERCÜMESİ
"A...... emsalsiz sevgili..... sevgili canım...... Yavuklumu düşünüp, hasret çekiyorum; hasret çektikçe, kaşı güzelim, kavuşmak istiyorum Öz sevgilimi düşünüyorum; düşünüp düşünüp... durdukça sevgilimi öpmek istiyorum! Gideyim desem, güzel sevgilim gidemiyorum da; merhametlim. Gireyim desem küçücüğüm, giremiyorum da; anber, misk kokulum. Nurlu tanrılar buyursun; yumuşak huylum ile birleşerek, bir daha ayrılmayalım. Kudretli melekler kuvvet versin; gözü karam ile güle güle oturalım."
2- ORTA TÜRKÇE: Bu dönemi İslamiyet tesirinde oluşmaya başlayan tarihî Türk şivelerinin başlangıcı olarak görebiliriz. Bu dönemi, Prof. Dr. Ahmet Caferoğlu?nun yaptığı gibi:
A- Müşterek Orta Asya Türkçesi (Kaşgar Şivesi ?Karahanlı Türkçesi?, Harezm Şivesi ?Türkçesi?),
B- Tarihî Türk yazı dillerinin (şivelerinin) yani; Çağatay, Kıpçak ve Oğuz şivelerine dayanan yazı dillerinin oluştuğu devir olarak tasnif etmemiz doğru olacaktır.
A-Müşterek Orta Asya Türkçesi:
a) Karahanlı Türkçesi: 840?1212 tarihleri arasında, Türkistan ve Maveraünnehir'de hâkimiyet kuran ilk Müslüman Türk devletidir.
Karluk, Çiğil, Yağma ve diğer Türk boylarından meydana gelen Karahanlılar Devleti, devrin İslâm kaynaklarında El-Hâkaniye, El-Haniye, Al-i Afrasiyab; başka eserlerde de, Alp-ilig Hanlar, Arslan-Buğra Hanlar unvanlarıyla anılır. Karahanlılar tabiri, batılı şarkiyatçılar tarafından, bu sülâlenin "kara" unvanını çok kullanmaları sebebiyle verilmiştir. "Kara", Türkçede, kuzey yönünü işaret etmesinin yanında, büyüklük ve yükseklik de ifade eder.
Karahanlılar Devleti, 840 senesinde Uygur Devleti'nin, Kırgızlar tarafından yıkılmasıyla, Orta Asya bozkırlarında, Bilge Kül Kadır Han tarafından kuruldu.
Ünlü hakan Abdülkerim Saltuk Buğra Han?ın İslamiyet?i devlet dini olarak kabul etmesiyle ortaya çıkan İlk Türk-İslam devleti muhitinde oluşan Türkçeye Karahanlı Türkçesi adı verilmektedir. Karahanlı Türkçesi, Uygur Türkçesinin İslamî kültür etkisindeki devamıdır. Bu dönemde Türk-İslam kültürünün en temel eserlerinin verildiğini görmekteyiz. Bu eserlerin başlıcaları şunlardır:
Kutadgu Bilig: ?Kutluluk bilgisi?, ?mutlu olma bilgisi? olarak adlandırabileceğimiz eserin yazarı Balasagunlu Yusuf?tur. Balasagunlu Yusuf, eserini yazdıktan sonra devrin Kaşgar hükümdarı Tabgaç Ulug Buğra Han?a sunmuş, hükümdar eseri çok beğenerek Yusuf?a ?Has Hâcib?lik rütbesi vermiştir. Bu yüzden Balasagunlu Yusuf, daha çok ?Yusuf Has Hâcib? adıyla bilinir.
Manzum olarak ve aruz vezniyle yazılan eser, insana iki dünyada mutlu olmanın yollarını öğretmek gayesiyle kaleme alınmış didaktik (öğretici) bir eserdir. Eserde birbirleriyle çok yakın ilişkileri olan kişi, toplum ve devlet arasındaki ilişkilerin nasıl olması gerektiği anlatılmaktadır. Bu bakımdan eser, aynı zamanda hükümdar ve devlet büyükleri için yazılmış bir ?siyasetname? özelliği taşımaktadır.
Eser, dört ideal kişinin karşılıklı konuşmalarına dayanmaktadır. Bunlar: Adaleti temsil eden ?hükümdar- Küntogdı İlig?, devleti temsil eden ?vezir-Aytoldı?, aklı temsil eden ?vezirin oğlu- Ögdülmiş?, ve kanaati temsil eden ?vezirin akrabası-Odgurmuş?tur.
Günümüze, biri Viyana, biri Kahire, öteki Doğu Türkistan?ın Fergana şehir kitaplığında bulunan üç yazma nüshası ulaşmıştır. Viyana nüshası Uygur harfleriyle, diğer ikisi Arap harfleriyle yazılmıştır.
KUTADGU BİLİG?den
Ay ilig katıglan meniñde kidin
Yava kılma öd kün tapugda adın
Sini armasun dünya devlet bile
Kamug iş içinde könilik tile
Törü tüz yorıtgıl budunka köni
Künüñ edgü bolgay könilik küni
Özüñ otka atma bu dünya üçün
Hava boynı biçgil et özke öçün
Bu dünya begi sen aña bolma kul
Sini kodmaz erken anı kodgu tul
Küvezlenme artuk kötürme köñül
Inanç kılgu ermez bu dünya töñül
Yakın tut özüñke kişi edgüsi
İsizdin yırak tur tokıgay yası
Kişi sukıña birmegil sen işiñ
Vefasız kişike yitürme aşıñ
Tapugka irig bol yazukta tıdın
Saña teggü ermez tabugda adın
?Ey hükümdar, gayret et, benden sonra ömrünü boşuna harcama; ibadetle meşgul ol!
Bu dünya ve devlet seni aldatmasın, bütün işlerde daima doğruluğu göz önünde bulundur!
Halka kanunu doğru ve dürüst tatbik et ki kıyamet gününde bahtiyar olasın!
Bu dünya için kendini ateşe atma; vücuttan öcünü al, nefsin boynunu kopar!
Sen bu dünyanın beyisin, ona kul olma; o seni bırakmadan, sen onu dul bırak!
Fazla kibir ve gurura kapılma; bu dünyaya güven olmaz, sen ondan vazgeç!
İyi insanları kendine yakın tut; kötülerden uzak dur, zararları dokunur.
İşini insanların harisine tevdi etme, yemeğini nankör insanlara yedirme.
İbadette gayretli ol, günahtan sakın; sana ahirette ancak ibadetin faydası dokunur.?
Divânü Lûgat-it Türk: Asıl adı Mahmud bin Hüseyin bin Muhammed olan ve ?Kaşgarlı Mahmud? adıyla tanınan büyük Türk bilgininin yazdığı Türkçenin ilk sözlüğüdür.
Eser Müslüman halklara, özellikle, Araplara Türkçe öğretmek gayesiyle kaleme alınmış Türkçe-Arapça bir sözlüktür. Kitabın malzemesi Türkçe olmakla birlikte, Arapçanın gramerine uygun bir yöntemle yazılmıştır. Kaşgarlı Mahmud eserinde kelimeleri tek tek açıklarken örnek cümleler, atasözleri, manzum parçalar da verir. Bazen kişi adları, yer adları ile bunlarla ilgili açıklama ve hikâyelere de yer vermiştir. Eserin, günümüze Kaşgarlı Mahmud?dan sonra kopya edilmiş tek nüshası ulaşmıştır.
?DİVANÜ LÜGATİ?T-TÜRK?ten
Biz, şu kitabı yazdığımızda dört yüz altmış altı (466) senesinin Muharrem ayı idi, yılan yılı girmişti. Bu yıl geçip de 467 yılı olunca yund yılı girecekti. Hesap, sana gösterdiğim üzere olacaktır.
Türkler, bu yılların her birinde bir hikmet var sanarak onunla fal tutarlar, uğur sayarlar; söz gelimi: Ud yılı girdiğinde savaş çoğalırmış; çünkü öküzler birbiriyle vuruşurlar, tos yaparlar. Takagu yılında yiyecek çok olur, ancak insanlar arasında karışıklık çıkarmış; çünkü tavuğun yemi danedir; daneyi bulabilmek için çöpleri, kırıntıları biribirine karıştırır. Timsah yılı girdiğinde yağmur çok yağar, bolluk olurmuş; çünkü timsah suda yaşar. Domuz yılı girince kar ve soğuk çok olur, kargaşalık çıkarmış. Böylece Türkler, her yıl bir şey olacağına inanırlar. Türklerde haftanın yedi gününün adı yoktur; çünkü hafta denilen şey İslamlıktan sonra bilinmiştir.
Ayların adlarına gelince: Şehirlerde Arapça ad kullanılır. Göçebe olan ve Müslüman bulunmayan Türkler, yılı dört ayrıma bölerek ad verirler. Yılın geçmesi bununla bilinir: Yenigün(nevruz)den sonra ilkbahara oğlak ay, sonra uluğ oğlak ay derler; çünkü bu ikinci parçada oğlak büyür. Bundan sonra ulug ay denir; çünkü bu parça yaz ortasıdır; yeryüzünde nimet bolarır, hayvanlar büyür, süt çoğalır; başkası da böyledir. Az kullanıldığı için öbür adı söylemiyorum sen anla!
Türlüg çeçek yarıldı Türlü türlü çiçekler açıldı
Barçın yadım kerildi İpekten döşeğim serildi
Uçmak yeri körüldi Cennet yeri görüldü
Tumlug yana kelgüsüz Soğuk tekrar gelecek değildir
Kurt kuş kamug tirildi Kurt kuş hep dirildi
Erker tişi tirildi Erkek dişi toplandı
Ögür alıp tarıldı Bölük bölük olup dağıldı
Yınka yana kirgüsüz Artık ine girecek değiller
Atebetü?l-Hakâyık (Hakikatlerin Eşiği):
Edip Ahmet Yüknekî tarafından yazılan bu eser, fertlerin terbiyesi için düzenlenmiş bir ahlâk kitabıdır. Dinî ve tasavvufî konuların anlatıldığı bu eser, aruz ölçüsüyle manzum olarak kaleme alınmıştır. Dili sadedir. Kitapta; bilginin yararı, cahilliğin zararı, dili (sözü) gözetmenin önemi, cimriliğin kötülüğü, cömertliğin iyiliği, alçak gönüllüğünün güzelliği, kibrin kötülüğü gibi konular işlenmiştir. Eserin XII. Yüzyılda yazıldığı sanılmaktadır.
ATABETÜ?L -HAKÂYIK?TAN (Dilin muhafazası hakkında)
eşitgil biliglig negü tip ayur
edebler başı til küdezmek tiyür
tiling bekte tutgıl tişing sınmasun
kalı çıksa bektin tişingni sıyur
sanıp sözlegen er sözi söz sagı
öküş yangsagan til unulmaz yagı
sözüng başlag ıdma yıga tut tiling
yeter başka bir kün bu til başlagı
TERCÜMESİ
Dinle, bilgili ne diyor:
edeplerin başı, dili gözetmektir;
dilini muhâfaza altında tut, dişin kırılmasın
eğer muhâfaza altından çıkarsa, dişini kırar.
Düşünerek konuşan adamın sözü, sözün iyisidir;
Çok gevezelik eden dil, karşı konulmaz bir düşmandır.
Sözünü, başı boş bırakma; dilini sıkı tut;
dilin başı boşluğu bir gün başa belâ olur.?
Oğuz Kağan Destanı: Prof. Dr. Ahmet Caferoğlu Uygur harfleriyle yazılmış ?Oğuz Kağan Destanı?nı da ?Kaşgar şivesi? eseri sayar. Hun hükümdarı Motun (Mete)?nun hayatı etrafında oluşan Oğuz Kağan Destanı, ilk defa bu dönemde sözlü gelenekten yazıya geçirilmiştir.
Uygur yazısıyla yazılmış Oğuz (Uğuz) Kağan (Han) Destanı?nın hangi devirde yazıya geçirildiği meselesi tartışmalıdır. Mesela Poul Pelliot; bu destanın ?Turfan?da 1300 yıllarına doğru Uygur harfleriyle kaleme alındığını ve bu metnin XV. yüzyılda bir Kırgız bölgesinde, hemen hemen yalnızca imlâ olarak değiştirilip düzenlendiği...? fikrindedir.
?OĞUZ KAĞAN DESTANI?ndan
kene çaşkarun kalmasun, kim, bellüg bolsun, kim: oguz kagannung çanıda ak sakallug, moz saçlug, uzun uslug bir kart kişi turur bar idi. ukgulug, tüzün bir yir irdi, tüşimel irdi, anung atı ulug türük irdi. künlerde bir kün uykuda bir altun ya kördi; takı üç kümüş ok kördi. bu altun ya kün togışıdın ta kün batuşıgaça tegen irdi. takı bu üç kümüş ok tün yanggakka kite turur irdi. uykudun song tüşde körgenin oguz kaganga biltürdi; takı tedi, kim: ay kaganum, senge çaşgu bolsungıl tüzün, ay kaganum senge; türlük bolsungıl tüzün: negü kök tengri birdi tüşümde kiltürsün; tala turur yirni urugungga birtürsün,tep tedi.
oguz kagan ulug türüknüng sözün yakşı kördi, ögütün tiledi; ögütüge köre kıldı. andın song irte bolupta agalarnı, inilerni, çarlap kiltürdi. takı aytdı, kim; ay, mening köngülüm avnı tilep turur; karı bolgumdın mening kakızlukum yok turur. kün, ay, yultuz tang sarıga senler barung; kök, tag, tengiz tün sarıga senler barung, tep tedi.
andın song üçegüsü tang sarıga bardılar; takı üçegüsü tün sarıga bardılar.
kün, ay, yultuz köp kikler, köp kuşlar avlagularıdın song çolda bir altun yanı çapdılar; aldılar, atasıga birdiler. oguz kagan sivindi, küldi. takı yanı üç buzgulug kıldı. takı aytdı, kim; ay agalar, ya bolsun senlernüng; ya teg oklarını kökkeçe atung, tep tedi.
kene andın song kök, tag, tengiz köp kikler, köp kuşlar avlagularıdın song çolda üç kümüş oknı çapdılar; aldılar, atasıga birdiler. oguz kagan sivindi, küldi. takı oklarını üçüge üleştürdi. takı ayttı kim: ay iniler, oklar bolsun senlernüng; ya atdı oknı, oklar teg senler bolung, tep tedi.
kene andın song oguz kagan ulug kurıltay çakırdı. nökerlerin, il künlerin çarlap çakırdı; kilip kingeşip olturdılar. oguz kagan bedük ordu........ ong yakıda kırık kulaç ıgaçnı tiktürdi. anung başıda bir altun taguk koydı; adakıda bir ak koyun bagladı. çong yakıda kırık kulaç agaçnı tiktürdi. anung başıda bir kümüş taguk koydu; adakıda bir kara koyunu bagladı. ong yakda buzuklar olturdı. çong yakda üç oklar olturdı. kırık kün, kırık kiçe aşadılar, içdiler; sivinç tapdılar.
andın song oguz kagan ogullarıga yurtın eliştürüp birdi. takı tedi kim:
ay ogullar , köp men aşdum, uruşgular köp men kördüm; çıda bile ok köp attdum, aygır birle köp yürüdüm; düşmanlarını ıglagurdum, dostlarımnu men kültürdüm, kök tengrige men ötedim; senlerge bire men yurdum tep tedi...
TERCÜMESİ
"Yine söylemeden kalmasın ve belli olsun ki, Oğuz Kağan?ın yanında ak sakallı, kır saçlı, uzun tecrübeli bir ihtiyar vardı. O, anlayışlı ve asil bir adamdı. Oğuz Kağan?ın nazırı idi. Adı Uluğ Türük idi. Günlerden bir gün uykuda bir altın yay ve üç gümüş ok gördü. Bu altın yay gün doğusundan ta gün batısına kadar ulaşmıştı ve üç gümüş ok da şimale doğru gidiyordu. Uykudan uyanınca düşte gördüğünü Oğuz Kağan?a anlattı ve dedi ki: Ey kağanım, senin ömrün hoş olsun, ey kağanım, senin hayatın hoş olsun. Gök Tanrı düşümde verdiğini hakikate çıkarsın. Tanrı dünyayı senin uğruna bağışlasın!
Oğuz Kağan Uluğ Türük?ün sözünü beğendi; onun öğüdünü dinledi ve öğüdüne göre yaptı. Ondan sonra sabah olunca büyük ve küçük oğullarını çağırttı ve: Benim gönlüm avlanmak istiyor. İhtiyar olduğum için benim artık cesaretim yoktur; Gün, Ay ve Yıldız, doğu tarafına siz gidin; Gök, Dağ ve Deniz sizler de batı tarafına gidin dedi.
Ondan sonra üçü doğu tarafına, üçü de batı tarafına gittiler.
Gün, Ay ve Yıldız çok av ve kuş avladıktan sonra, yolda bir altın yay buldular; onu aldılar ve babalarına verdiler. Oğuz Kağan sevindi, güldü, yayı üçe böldü ve: Ey büyük (oğullarım) yay sizlerin olsun; yay gibi okları göğe kadar atın dedi.
Gök, Dağ ve Deniz çok av ve çok kuş avladıktan sonra, yolda üç gümüş ok buldular; aldılar ve babalarına verdiler. Oğuz Kağan sevindi, güldü, okları üçe üleştirdi ve: Ey küçük (oğullarım) oklar sizlerin olsun. Yay oku attı; sizler de ok gibi olun dedi.
Ondan sonra Oğuz Kağan büyük kurultay topladı. Maiyetini ve halkını çağırttı. Onlar geldiler ve müşavere ettiler. Oğuz Kağan büyük ordugâh...... sağ yanına kırk kulaç direk diktirdi; üstüne bir altın tavuk koydu; altına bir ak koyun bağladı; sol yanına kırk kulaç direk diktirdi. Üstüne bir gümüş tavuk koydu; dibine bir kara koyun bağladı. Sağ yanda Bozuklar oturdu; sol yanda Üç Oklar oturdu. Kırk gün, kırk gece yediler, içtiler ve sevindiler.
Sonra Oğuz Kağan oğullarına yurdunu üleştirip verdi ve;
Ey oğullarım, ben çok aştım; çok vuruşmalar gördüm; çok kargı ve çok ok attım; atla çok yürüdüm; düşmanları ağlattım; dostlarımı güldürdüm. Ben Gök Tanrıya (borcumu) ödedim. Şimdi yurdumu size veriyorum dedi..."
b-Harezm Türkçesi: Hazar?ın doğusundan Aral Gölü?ne kadar uzanan topraklar tarihî Türk yurdu olan Harezm bölgesidir. XI. Yüzyıl sonlarında Harezm bölgesinde kurulan Türk devleti Harezmşahlar devletidir. XI. Yüzyıldan itibaren bu bölgede yazı dili olarak kullanılan Türkçeye de Harezm Türkçesi denilmektedir.
Bölge Büyük Selçuklu Devletinin valileri tarafından yönetilmekte iken, Vali Anuştegin oğlu Kutbeddin Muhammed Harezmşah bağımsızlığını ilan etti. Aral gölünden Doğu İran ve Horasan?a kadar geniş topraklarda hüküm süren Harezmşahların Türk dünyasına en büyük katkısı batıya doğru yayılmak isteyen Moğol akınlarını bir müddet geciktirmeye muvaffak olmalarıdır. Harezmşahların son ve en ünlü hükümdarı Celâleddin Harezmşah 1230 yılında vefat edince Harezmşahlar Devleti de son buldu.
Aral gölü çevresinde özellikle Hive merkez olan Harezm Türkçesi, lehçe itibariyle daha çok Kanklı-Kıpçak ve Oğuz unsurlarına dayanır. Harezm Türkçesi yazı dili Harezm?in kuzeyindeki Altın Ordu (Orda) bölgesinde yazı dili olarak kabul edilmiştir. Harezm Türkçesinden kalan önemli eserler şunlardır:
Dîvân-ı Hikmet: Ünlü Türk mutasavvıfı Ahmet Yesevî?ye ait hikmetlerin toplandığı bir eserdir. Eser, sözlü rivayetlerle uzanagelmiş ve kendi devrinde yazıya geçirilmemiş olduğu için Harezm Türkçesinin özelliklerini tam olarak taşımaz.
DİVAN-I HİKMET?TEN
Bu dünyada yaratılğan mahluklarğa
İmdi bildim tiriğlik (hem) bolmas irmiş
Bu ölümning şerbetidür açığ şerbet
Cümle âdem içmey andın kalmas irmiş
Yolğa kadem koysang dostlar azuk alıp
Ecel kilse asığ kılmas sakal yolup
Bu dünyanı mallarını hâsıl kılıp
Rüşvet birseng Melekü?l-mevt almas irmiş
Kârvân eger köçer boysa azuk alur
Sûd u ziyân bolğanını anda bilür
Azuksızın yolğa kirgen yolda kalur
Yükin yüklep yolğa kirgen kalmas irmis
TERCÜMESİ
Bu dünyada yaratılan mahlûklara
Şimdi bildim, dirilik hem olmaz imiş.
Bu ölümün şerbetidir acı şerbet,
Hep insanlar içmeden ondan kalmaz imiş.
Yola ayak koysan dostlar, azık alıp,
Ecel gelse, fayda kılmaz, sakal yolup;
Bu dünyanın mallarını hasıl kılıp,
Rüşvet versen, Melekü?l-mevt almaz imiş.
Kervan eğer göçer olsa, azık alır;
Azıksızın yola giren yolda kalır;
Kâr ve zarar olduğunu o zaman bilir;
Yükünü yükleyip yola giren kalmaz imiş.
Diğer eserler: ?Kıssasul Enbiya (yazarı Nâsır Rabguzi), Nehcü?l Feradis (yazarı Mahmud bin Ali es-Sarayî ve?l-Kerderî), Mi?rac-nâme (Melik Bahşı tarafından kopya edilmiştir), Muinü?l-Mürid (Şeyh Şerif Hoca tarafından yazılmıştır), Muhabbet-nâme (Harezmî tarafından yazılmıştır).
Orta Türkçenin bu iki döneminden sonra, özellikle, Türk milletinin doğudaki ana yurtlarından ayrılarak Hazar denizinin kuzeyinden ve güneyinden, kuzey ve batıya (güney batı) doğru gitmeleri ve yeni kültür merkezlerinin meydana gelmesi sonucu farklı lehçeler, yazı dilleri meydana gelmiştir. Bu sebeple Türk dili daha XII. XIII. yüzyıldan itibaren Kuzey Doğu ve Batı Türkçesi diye adlandırdığımız iki ana kola ayrılmıştı. Biz bu iki kolu ve bu kollarda oluşan Türk yazı dillerini Orta Türkçe, Yeni Türkçe ve Modern Türkçeyi içine alan bir zaman çizgisinde genel hatlarıyla tanıtacağız:
B-Kuzey- Doğu Türkçesi: Hazar denizinin kuzeyinde ve doğuda kullanılan Türkçedir. Daha çok Eski Türkçenin özelliklerini koruyup geliştiren bu yazı dilini, Kuzey ve Doğu Türkçesi diye iki grupta inceleyebiliriz: a- Kuzey Türkçesi: Hazar denizinin kuzeyini takip ederek, batıya yayılan Türk boylarının konuştuğu dildir. Bu dile ?Kıpçak Türkçesi? veya ?Tatarca? da denilir. Bu edebî dil, önemli ürünlerini yayıldığı sahanın(kuzey) aksine Mısır ve Suriye coğrafyasında vermiştir. Bunun sebebi de Altınordu devletine bağlanmayan bir kısım Kıpçak Türk?ü köle olarak bu bölgelere götürülmüş ve bu bölgedeki diğer Türk unsurlarıyla birleşerek Mısırda ?Memlûklular (Kölemenler)? devletini kurmuş olmalarıdır. Kıpçak Türkçesi eserlerini Mısır Suriye, Altınordu ve Ermeni Kıpçakçası sahalarında takip edebiliriz.
Kıpçak Türkçesinden kalan en önemli eser, Codex Cumanicus?tur. Bu eser Kıpçaklara Hrıstiyanlığı öğretmek gayesiyle İtalyan tüccarları ve Alman rahipleri tarafından kaleme alınmış derlemelerdir. Eser, Gotik yazısıyla yazılmıştır. Latince ve Almanca yazılmış iki bölümden oluşmaktadır.
Mısır-Suriye (Memlûk) Kıpçakçasından kalan eserlerin birçoğu ise Araplara Türkçe öğretmek maksadıyla yazılmış kitaplar ve özellikle, Arapça ve Farsçadan yapılan tercüme eserlerdir. Bunların önemlileri şunlardır: ?Tercümanû Türkî ve Arabî, Kitâbu?l-İdraak li Lisânu?l-etrak, Et-tuhfetu?z-zekiyye fi?l-Lügati?t-Türkiyye, Kitab-ı Bulgati?t-müştak fi Lügati?t-Türk ve?l-Kıfçak, El- Karaninü?l külliye li Zabti?l-Lügati?t-Türkiyye?
Altınordu Kıpçakçasından ise ?Seyfi-i Sarayî?nin Gülistan Tercümesi?, ?Kutb?un Husrev ü Şirin?i? gibi eserler günümüze ulaşmıştır.
Ermeni Kıpçakçasından ise bazı Ermeni cemaatlerine ait dini vesikalar vardır.
b-Doğu Türkçesi: Doğuda bulunan bu yazı dili Harezm Türkçesinin de devamıdır. Cengiz Han?ın ikinci oğlu Çağatay?a izafeten ?Çağatay Türkçesi? denilmektedir. XV. yüzyıldan XX. yüzyıla kadar devam etmiş, XX. yüzyıldan itibaren yerini Batı Türkistan?da ?Özbek Türkçesine?, Doğu Türkistan?da da ?Yeni Uygurca?ya bırakmıştır.
Çağatay Türkçesini ?ilk Çağatay devri, klasik Çağatay devrinin başlangıcı, klasik Çağatay devri, klasik devrin devamı, duraklama ve gerileme devirleri? olarak çeşitli dönemlere ayırmamız mümkündür.
Çağatay Türkçesiyle eser veren önemli şahsiyetler şunlardır: Sekkakî, Haydar Tilbe, Mevlana Lutfî, Yusuf Emirî, Seydi Ahmet Mirza, Gedaî, Hüseyn-i Baykara, Babur, Ali Şir Nevaî.
Bu şahsiyetler içerisinde Klasik Çağatay Devrine damgasını vuran kişi Ali Şir Nevaî?dir:
Ali Şir Nevaî: Timur?un oğulları zamanında Orta Asya?da gelişen Türk Çağatay edebiyatının en büyük şairlerinden biridir. Yalnız Çağatay edebiyatının değil, şair, âlim ve büyük devlet adamı olarak, bütün Türk edebiyatı ve medeniyetinin de en mühim simalarındandır.
Nevaî, 9 Şubat 1441?de Herat?ta doğmuştur. Herat sarayında, büyük bir itibar görerek, önce, mühürdarlık görevine getirilmiş, kendisine vezirlik ve bir müddet sonra da emir unvanı verilmiştir. Nevaî, şair, âlim, sanatkâr ve devlet adamı olarak, yaşadığı dönemde kendisinin ve Hüseyn-i Baykara?nın üstün gayretleriyle Herat ve çevresini ilim, kültür ve edebiyat merkezi haline getirmiştir. 3 Ocak 1501?de Herat?ta vefat etmiştir.
Ali Şir Nevaî, birçok kıymetli esere sahiptir, ancak bunlar içerisinde Türk dili ve kültürü açısından en önemli eseri ?Muhakemetü?l-Lûgateyn?dir.
Muhakemetü?l- Lûgateyn: ?İki dilin mukayesesi? anlamına gelen bu kitap, Nevaî?nin şuurlu Türkçülüğüne en büyük delildir. Eser nesir halinde kaleme alınmıştır. İran kültür ve edebiyatının tesiri altında kalarak ya tamamen Farsça yazan veya lüzumundan fazla Farsça kullanan Türk şair ve ediplerine karşı millî bir tepki olarak vücuda getirilmiş bir eserdir. Nevaî, eserinde, Türklerin İranlılardan daha üstün bir millet olduğunu ve Türkçenin Farsçadan daha zengin bir dil olduğunu isbata çalışır.
C- Batı Türkçesi: Hazar denizinin güneyinden geçerek, batıya gelip yerleşen Oğuz Türklerinin oluşturduğu yazı dilidir. Türk dilinin en verimli sahasıdır. XIII. yüzyıldan itibaren kesintisiz olarak edebî ürünler vermiştir. Batı Türkçesinin XIII. yüzyıl ile XV. yüzyılları kapsayan ilk dönemine ?Eski Türkiye Türkçesi/ Eski Anadolu Türkçesi?, XVI. Yüzyıl ile XX. yüzyılın başlarına kadarki dönemine ?Osmanlı Türkçesi/ Osmanlıca?, XX. yüzyılın başlarından başlayıp günümüzde de devam eden dönemine de ?Türkiye Türkçesi? adı verilmektedir.
Oğuz Türklerinin vatanı çok geniş bir coğrafyaya yayıldığı için, XVII.- XVIII. yüzyıldan itibaren Oğuzca, kendi içinde Doğu ve Batı Oğuzca?sı diye iki kola ayrılmıştır. Doğu Oğuzcası Azerî Türkçesi, Batı Oğuzcası ise Osmanlı Türkçesidir. Bu iki kol arasındaki temel fark Azerî Türkçesinde Kuzey ve Doğu Türkçesinin daha tesirli olmasıdır. Ancak Azerî ve Osmanlı Türkçesindeki farklar çok küçük olup daha çok söyleyişteki farklılıklar şeklindedir.
Doğu Oğuzcası (Azerî Türkçesi); Azerbaycan, Kafkasya, Doğu Anadolu ve Kuzey Irak?ta konuşulurken, Osmanlı Türkçesi ise; Doğu Anadolu?nun bir kısmı hariç Anadolu?da, Kıbrıs, Rumeli ve Balkanlar?da konuşulmaktadır. Şimdi Batı Türkçesinin tarihî gelişimine ana hatlarıyla göz atalım:
Eski Türkiye Türkçesi (Eski Anadolu Türkçesi): Batı Türkçesinin ilk devresi olan bu dönem, XIII. yüzyıldan XV. yüzyılın sonuna kadar devam etmiştir. Bu dönem Selçuklular, Anadolu Beylikleri ve İlk Osmanlı dönemlerini (İstanbul?un fethine kadarki dönem) kapsamaktadır. Türklerin XIV. yüzyıldan itibaren Avrupa?ya yayılmaları ve geniş bir coğrafyada hüküm sürmeleri sebebiyle bu dönem ?Eski Türkiye Türkçesi? adıyla anılmaktadır. Eski Türkiye Türkçesi gramer şekilleri bakımından Eski Türkçe?nin de izlerini taşır. Bu yüzden bu döneme, Batı Türkçesinin ?geçiş ve oluşum dönemi? de diyebiliriz. Bu dönemde Osmanlı Türkçesi ile Azerî Türkçesi kesin olarak birbirinden ayrılmamışlardır. Geçiş dönemi olması sebebiyle ?ben-men, bin-min, ayak-ayah? gibi karışık kullanımlar karşımıza çıkmaktadır. Bu dönemde Arapça ve Farsça henüz Türkçe üzerinde fazla etkili değildir. Ancak yavaş yavaş bu yabancı unsurların dilimize girdiği görülmektedir.
Özellikle beylikler döneminde Selçuklu döneminin aksine, Türkçeye sahip çıkma şuuru gelişmiş, Türkçenin işlenmesi ve edebî dil olması yolunda gayretler sarf edilmiştir. Bu noktada Karamanoğlu Mehmet Bey?in Türkçeyi devlet dili yapma gayretini ve 15 Mayıs 1277?deki ?Şimden geru divanda, dergâhta, bârigâhta, meclisde ve meydanda Türkçeden başka bir dil kullanılmayacaktır? fermanını da hatırlamak lazımdır.
Bu dönemin önemli edip ve şairleri şunlardır: ? Ahmed Fakih, Şeyyad Hamza, Yunus Emre, Gülşehri, Âşık Paşa, Hoca Mesud, Ahmedî, Şeyhî, Ahmed-i Daî...?
?YUNUS EMRE?den
İlim ilim bilmekdür ilim kendin bilmekdür
Sen kendüni bilmezsin yâ nice okumakdur
Okumakdan ma?ni ne kişi Hakk?ı bilmekdür
Çün okudun bilmezsin ha bir kurı emekdür
Okıdum bildüm dime çok tâat kıldum dime
Eri Hak bilmezisen abes yire yilmekdür
Dört kitabun ma?nisi bellüdür bir elifde
Sen elif dirsin hoca ma?nisi ne dimekdür
Yûnus Emre dir hoca girekse var bin hacca
Hepisinden eyüce bir gönüle girmekdür?
*Ayrıca Oğuz Türklerinin en önemli edebî ürünlerinden olan ve on iki hikâyeden ibaret Kitab-ı Dede Korkut âlâ Lisân-ı Taife-i Oguzan (Dede Korkut Kitabı) da bu dönemin sonlarında Azerî Türkçesiyle yazıya geçirilmiştir. Eserin günümüze ulaşmış iki nüshası vardır. Biri on iki hikâyeden ibaret Dresten nüshası, diğeri altı hikâyeden ibaret Vatikan nüshasıdır. Vatikan nüshasındaki altı hikâye, Dresten nüshasında bir iki kelime ve cümle ayrılığıyla aynen mevcuttur.
?DEDE KORKUT KİTABI?ndan
DUHA KOCA OĞLI DELÜ DUMRUL BOYINI BEYÂN İDER HANUM HEY
Meger hanum, Oğuzda Duha Koca oğlı Delü Dumrul dirler idi bir er var-idi. Bir kuru çayuñ üzerine bir köpri yapdurmış-idi. Kiçeninden otuz üç akça alur-idi, kiçmeyeninden döge döge kırk akça alur-idi. Bunı niçün böyle ider-idi? Anuñ-içün-ki menden delü menden güçlü er var-mıdur ki çıka menüm-ile savaşa dir-idi, menüm erligüm bahadırlığum cılasunluğum yigitligüm Ruma Şama gide çavlana dir-idi.
Meger bir gün köprisinüñ yamacında bir bölük oba konmış idi. ol obada bir yahşı hub yigit sayru düşmiş idi. Allah emri-y-ile ol yigit öldi. Kimi oğul diyü, kimi kartaş diyü ağladı. Ol yigit üzerine möhkem kara şiven oldı. Nagâhandan Delü Dumrul çapar yetdi. Aydur: Mere kavatlar ne ağlarsız, menüm köprim yanında bu gavga nedür, niye şiven idersiz didi. Aytdılar: Hanum bir yahşı yigidümüz öldi, aña ağlaruz didiler. Delü Dumrul aydur: Mere yigidüñüzi kim öldürdi?
Aytdılar: Vallah big yigit Allah Ta??ladan buyruk oldı, al kanatlu ?Azr??il ol yigüdün canın aldı. Delü Dumrul aydur: Mere ?Azr??il didügüñüz ne kişidür kim adamuñ canın alur, y? k?dir Allah birlügüñ varlığuñ hakkı-y-içün ?Azr??ili menüm gözüme göstergil, savaşayım çekişeyim dürişeyim, yahşı yigüdün canın almaya didi. Kaytdı döndi Delü Dumrul ivine geldi.
Hak Ta??laya Dumruluñ sözi hoş gelmedi. Bak bak mere delü kavat menüm birligüm bilmez, birlügüme şükür kılmaz, menüm ulu dergâhımda geze menlik eyleye didi. ?Azr??ile buyruk eyledi kim y? ?Azr??il var, dahı ol delü kavatuñ gözine göringil, beñzini sarartgıl didi, canını hırlatgıl, algıl didi....
...Dedem Korkut gelüben boy boyladı soy soyladı. Bu boy Delü Dumruluñ olsun, menden soñra alp ozanlar söylesün, alnı açuk cömerd erenler diñlesün didi. Yöm vireyim hanum: Yirli kara tağlaruñ yıkılmasun, kölgelüçe kaba ağacuñ kesülmesün, kamın akan görklü suyun kurımasun, k?dir Tañrı seni n?merde muhtaç itmesün, ağ alnuñda biş kelime du?a kılduk olsun kabul, yığışdursun dürişdürsün günahuñuzı adı görklü Muhammede bağışlasun hanum hey!"
YENİ TÜRKÇE DÖNEMİ
Osmanlı Türkçesi: XVI. yüzyıl ile XX. yüzyıl arasındaki dönemdir. Bu dönemde Türkçe, yabancı dillerin, özellikle, Arapça ve Farsçanın bozucu etkisinde kalmıştır. Dilimize bu dönemde, yabancı kelimelerin yanı sıra yabancı dil kuralları da girmiştir. Bu dönemde halkın kullandığı dil ve halk edebiyatı geleneğini sürdüren şairlerin dili sade Türkçe olurken, yazı dilimiz Arapça ve Farsçanın tesirinde kalmıştır. Öyle ki, Türkçe; Arapça, Farsça ve Türkçeden oluşmuş bir dil haline gelmiştir.
Özellikle düz yazıda kullanılan dil, sanat merakı ve özenti yüzünden tamamen anlaşılmaz bir hale gelmişti. Bu dönem, İstanbul?un fethinden imparatorluğun sonuna kadar yaklaşık beş yüz yıl sürmüştür.
MODERN TÜRKÇE DÖNEMİ
Türkiye Türkçesi: Batı Türkçesinin üçüncü devresidir. 1908 Meşrutiyetiyle başlar. Bu dönemde özellikle, ?Yeni Lisan? hareketiyle başlayan dilde sadeleşme çabaları etkili olmuş, hareket Cumhuriyet devrinde M. Kemal Atatürk?ün gayret ve teşvikleriyle olumlu mesafeler kat etmiştir. Türkiye Türkçesi gramer yönünden Osmanlı Türkçesinden farksız olmakla birlikte, bu dönemde yabancı dil kaideleri, yabancı tamlamalar terkedilmiştir. Dilimizdeki Arapça ve Farsça kelimeler de gittikçe azalmaktadır.
?LİSAN
Güzel dil, Türkçe bize,
Başka dil, gece bize
İstanbul konuşması
En saf, en ince bize
Uydurma söz yapmayız,
Yapma yola sapmayız.
Türkçeleşmiş, Türkçedir;
Eski köke tapmayız.
Turan?ın bir ili var.
Ve yalnız bir dili var.
?Başka dil var...? diyenin
Başka bir emeli var.
Türklüğün vicdanı bir,
Dini bir, vatanı bir;
Fakat hepsi ayrılır,
Olmazsa lisanı bir.?
Ziya GÖKALP
TÜRK DİLİNİN BUGÜNKÜ DURUMU VE YAYILMA ALANLARI
Türk milletinin yaşadığı coğrafya sürekli değişmiştir. Çünkü Türk milleti, dünyanın en hareketli milletlerinin başında gelmektedir. Türkler, anayurtlarından zaman zaman dalgalar halinde batıya doğru hareket etmişlerdir. Bu hareketlerinde, iki ana yol izlemişlerdir. Bunlardan birisi Hazar denizinin kuzeyinden, diğeri de Hazar denizinin güneyinden batıya gitmektedir.
Bu göçlerde kuzey yönünü kullanan Türk toplulukları, maalesef, varlıklarını korumakta başarı gösterememişler, birçoğu gittikleri bölgelerde asimile olarak tarih sahnesinden silinmişlerdir. Güney yolunu takip eden Oğuz (Türkmen) Türkleri ise büyük devletler (Osmanlı devleti, Selçuklu devleti) kurarak Türk kültür ve medeniyetinin koruyucusu, geliştiricisi ve yayıcısı olmuşlardır. İşte bu hareketli hayat macerası, bugünkü Türk coğrafyasının da çok geniş bir alana yayılmasına sebep olmuştur. Bugün Türkler ana hatlarıyla; ?Balkanlardan Büyük Okyanus?a, Kuzey Buz Denizi?nden Tibet?e? kadar olan sahada yaşarlar. Türklerin yaşadığı bu alanın içinde şu ülkeler bulunmaktadır: Çin, Moğolistan, Rusya Federasyonu, Ukrayna, Moldovya, Romanya, Makedonya, Arnavutluk, Bosna-Hersek, Sırbistan, Karadağ, Bulgaristan, Yunanistan, Suriye, Irak, İran, Tacikistan, Afganistan, Polonya, Türkiye, Azerbaycan, Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti, Türkmenistan, Özbekistan, Kırgızistan, Kazakistan.
Bu kadar geniş bir coğrafyada yaşayan Türklerin konuşmalarında bölgelerine göre farklılıklar vardır. Bu farklılıklar; ?lehçe, şive, ağız? farklılıklarıdır. Şimdi bu terimleri açıklayalım:
LEHÇE: Bir dilin, bilinmeyen, karanlık bir devresinde, kendisinden ayrılmış olan ses, şekil ve kelime farklılıkları gösteren ve yeni bir dil olma yolu tutan kollarına ?lehçe? denir. ?Çuvaş Türkçesi-Çuvaşça? ve ?Yakut Türkçesi-Yakutça? Türkçenin iki lehçesidir.
?YAKUT TÜRKÇESİNDEN
BİHİGİ DOYUUBUT
Saha sire bert kien doydu. Manna elbek oyuurdar, kayalar, ulahan örüster, elbeh, ürehter, küoller baalar. Bihigi örüsterbit barı hotu tüheller. Saamay ulahan örüspüt Lena kini uhuna tüort tııhınça bies süüs kilometr. Kini emie Hotugu muustaah muorağa tüher. Yakutskay kuorat Lenağa turar. Bihigi doydubut bert tımnı doydu, sılga ağıs ıy muus, haar turar, Hotu sürdeek buurğalar tüheller. Onno üş ıyga kün tahsıbat, üş ıyga kün kiirbet...
TERCÜMESİ
Saha(Yakut) yeri, çok geniş ülke. Orada birçok ormanlar, dağlar, büyük ırmaklar, birçok sular ve göller var. Bizim ırmaklarımız hepsi kuzeye akar. En büyük ırmağımız Lena. Onun uzunluğu döt bin beş yüz kilometre. O da Kuzey Buz Denizi?ne akar. Yakutskay şehri Lena?dadır. Bizim ülkemiz çok soğuk ülke, yılda sekiz ay buz, kardır. Kuzeye korkunç kar fırtınaları düşer. Orada üç ay güneş doğmaz, üç ay gün girmez...?
ŞİVE (YAKIN LEHÇE): Bir dilin, bilinen tarihî seyri içinde ayrılmış olup, bazı ses ve şekil ayrılıkları gösteren kollarına şive denir. Şivelerden geriye doğru gidersek hepsi bir noktada birleşir. Azerî Türkçesi, Türkmen Türkçesi, Kırgız Türkçesi, Kazak Türkçesi, Türkiye Türkçesi vs. birer şivedir.
Türkiye T. | Azeri T. | Özbek T. | Uygur T. | Tatar T. |
yıldız | ıldız/ulduz | yolduz | yıldız | yulduz |
diş | diş | tiş | çiş | tiş |
saç | saç | çåç | saç | çaç |
döşek | düşek | düşåk | düşek | tüşek |
karın | garın | kårın | kerin | karın |
! Son zamanlarda ?şive? sözcüğü sadece söyleyiş farklılıkları için kullanılmakta, bu terim yerine daha çok ?lehçe? terimi söylenmektedir. Lehçe de kendi içinde; ?uzak lehçe (lehçe)?, ?yakın lehçe (şive)? diye ayrılmaktadır. Bu görüşe göre Çuvaş ve Yakut Türkçeleri uzak lehçe, Diğer Türk yazı dilleri de yakın lehçe (şive)dir.
AĞIZ: Bir şive içinde mevcut olan ve söyleyiş farklılıklarına dayanan küçük kollara; bir memleketin çeşitli bölge ve şehirlerinin kelimeleri söyleyiş bakımından birbirinden ayrı konuşmalarına ağız denir. Türkiye Türkçesinin; Trabzon ağzı, Elazığ ağzı, Malatya ağzı, Kayseri ağzı gibi her yöresinin ağızları vardır. İstanbul ağzı yazı dilimizin temeli olmuştur.
?ELAZIĞ (Ağın) AĞZINDAN
gelin: gaynanam gara mesti gaynana: gaynanalar kötü mü
ogluna beni kesti yeter yedin etimi
kesti de baan netti gelinler eyi olsun ki
birez suratıni asti her gün verem metini
gelin: istemeye geldin bize gaynana: eve getürdüm gelini
ben layıh midim size içerime doldurdun yaluni
baan kötülük edirsin ama madem baan garşu gelirsin
heç mi bahmayacahsın yüz yüze arı sohsun dilini
gelin: halbura goydim oti
benim gaynanam çok köti
evliyadan gız alsa
gine der gelinim köti?
Türk dünyası çeşitli şekillerde tasnif edilmektedir. Bunlardan en çok kabul göreni şudur:
1. Altay-Sibirya Türkleri: Altay, Baraba, Çulım, Dolgan, Hakas, Karagas, Koybal, Kumandi, Sabir, Sagay, Şor, Telengit, Televüt, Tobol, Tofalar, Tuva ve Yakut Türkleri.
2. Batı Türkleri: Ahıska, Azerbaycan, Balkan (Batı Trakya, Bulgaristan, Romanya, Eski Yugoslavya), Irak, İran (Afşar, Azerî, Halaç, Hamse, Horasanî, Boçagcı, Kaçar, Karacadağ, Karagözlü, Karakoyunlu, Karapapak, Karayi, Kaşgay, Şahseven), Kıbrıs, On İki Adalar, Suriye ve Türkiye Türkleri.
3. Doğu Avrupa Türkleri: Gagauz, İdil- Ural (Başkurt, Türkmen, Çuvaş, Kazan, Mişer), Kafkasya (Karaçay-Malkar, Kumuk, Nogay, Stavropol Türkmenleri), Karayim, Kırım (Kırım Tatarları, Belorusya Tatarları, Litvanya Tatarları, Polonya Tatarları, Kırımçak) Türkleri.
4. Türkistan Türkleri: Afganistan, Doğu Türkistan (Kazak, Kırgız, Salar, Sarı Uygur, Uygur), Karakalpak, Kazak, Kırgız, Özbek, Türkmen Türkleri.
Ayrıca yönlere göre yapılan tasnifte de Türk dünyası karşımıza şöyle çıkmaktadır:
A. Batı Türklüğü: Türkiye Türkleri, Rumeli (Yunanistan, Bulgaristan, Eski Yugoslavya, Moldova) Türkleri, Kıbrıs Türkleri, Suriye Türkleri, Irak Türkleri, Azerbaycan (Kuzey Azerbaycan, Gürcistan, Ermenistan ve İran?daki Güney Azerbaycan) Türkleri.
B. Doğu Türklüğü: Batı Türkistan Türkleri (İran?ın Horasan bölgesinde, Afganistan?ın kuzeyinde ve Rusya Federasyonu?nda yaşayan Türkler ile Türkmen, Özbek, Karakalpak, Kazak, Kırgız Türkleri), Doğu Türkistan Türkleri ( Çin?in batı bölgesinde, Doğu Türkistan?da bulunan Uygur ve Kazak Türkleri).
C. Kuzey Türklüğü: Sibirya Türkleri (Yakutlar), Abakan Türkleri (Tuvalar ve Hakaslar), Altay Türkleri, İdil-Ural Türkleri (Kazan ve Batı Sibirya Tatarları, Başkurtlar, Çuvaşlar), Kafkas Türkleri (Kafkasların kuzeyindeKaraçay-Malkar, Nogay ve Kumuk Türkleri), Kırım Türkleri, Karay Türkleri (Polonya ve Litvanyada).
Bütün bu sahalarda konuşulan Türk dili, üç lehçede toplanır:
1. Yakut Türkçesi (Yakutça),
2. Çuvaş Türkçesi (Çuvaşça),
3. Türkçe (Yakut ve Çuvaş lehçeleri dışındaki Türk yazı dilleri, şiveleri veya yakın lehçeleri).
1. Yakut Türkçesi (Yakutça): Rusya Federasyonu?na bağlı Yakutistan özerk bölgesinde yaşayan Yakut Türklerinin nüfusu 1.000.000 civarındadır. Yakut Türklerinin çoğu Ortodoks Hrıstiyan, bir kısmı Şaman, küçük bir kısmı da Müslümandır. Başkentleri Yakutsk?tur. Yakutça yüzyıllar boyunca konuşma dili olarak yaşamış, ancak XIX., XX. yüzyıllarda yazı dili haline gelmiştir.
2. Çuvaş Türkçesi (Çuvaşça): Büyük kısmı Rusya Federasyonu?na bağlı Çuvaşistan özerk bölgesinde yaşayan Çuvaşların çoğunluğu Ortodoks Hrıstiyan, bir kısmı da Müslümandır. Çuvaşistan özerk bölgesinin dışında Tataristan ve Başkurdistan?da da Çuvaşlar bulunmaktadır. Çuvaşların toplam nüfusu, 4.300.000 kadardır. Çuvaş Türkçesi, Eski Batı Türkçesinin ?Bulgar Türkçesi? kolunun devamıdır. Çuvaşça da Yakutça gibi ancak XIX, XX. yüzyıllarda yazı dili haline gelebilmiştir.
3. Türkçe: Yakutça ve Çuvaşça dışında kalan Türkçenin ?yakın lehçeleri?ni (şivelerini) şöyle tasnif edebiliriz:
A- Batı (Güneybatı) Türkçesi:
a) Türkiye Türkçesi: Türkiye, Irak, Suriye, Kıbrıs, Yunanistan, Bulgaristan, Eski Yugoslavya ve Almanya başta olmak üzere Türkiye Türklerinin bulunduğu ülkelerde konuşulur. 69.000.000 kişi konuşmaktadır.
b) Gagauz Türkçesi: Moldovya (Gagauz özerk bölgesi), Ukrayna, Romanya ve Bulgaristan?da toplam 247.164 kişi konuşmaktadır.
c) Azerbaycan Türkçesi: Kuzey Azerbaycan, İran (Güney Azerbaycan), Gürcistan ve Türkiye?de toplam 24.791.106 kişi konuşmaktadır.
ç) Türkmen Türkçesi: Türkmenistan, İran (Horasan), Afganistan ve Pakistan?da toplam 4.018.297 kişi konuşmaktadır.
B- Doğu (Kuzey-Doğu) Türkçesi:
a) Özbek Türkçesi: Özbekistan, Kazakistan, Kırgızistan, Afganistan, Tacikistan ve Pakistan?da 21.000.000 kişi konuşmaktadır.
b) Uygur Türkçesi: Çin (Doğu Türkistan), Kazakistan ve Rusya?da 17.000.000 kişi konuşmaktadır.
c) Kazak Türkçesi: Kazakistan, Moğolistan ve Doğu Türkistan?da 11.000.000 kişi konuşmaktadır.
ç) Karakalpak Türkçesi: Özbekistan (Karakalpak özerk bölgesinde) 600.000 kişi konuşmaktadır.
d) Kırgız Türkçesi: Kırgızistan ve Doğu Türkistan?da 3.300.000 kişi konuşmaktadır.
e) Kazan ve Kırım Tatar Türkçesi: Tataristan, Başkurdistan ve Kırım?da 16.000.000 kişi konuşmaktadır.
f) Başkurt Türkçesi: Başkurdistan, Tataristan ve Rusya?da 2.500.000 kişi konuşmaktadır.
g) Nogay Türkçesi: Kuzey Kafkasya?da (Rusya) 300.000 kişi konuşmaktadır.
ğ) Karaçay Türkçesi: Kuzey Kafkasya?da (Rusya) 400.000 kişi konuşmaktadır.
h) Malkar Türkçesi: Kuzey Kafkasya?da (Rusya) 200.000 kişi konuşmaktadır.
ı) Kumuk Türkçesi: Kuzey Kafkasya?da (Rusya) 282.178 kişi konuşmaktadır.
i) Altay Türkçesi: Altay özek bölgesinde (Rusya) 180.000 kişi konuşmaktadır.
j) Hakas (Abakan) Türkçesi: Hakas bölgesi (Rusya) ve Çin?in Kansu Eyaletinde 150.000 kişi konuşmaktadır.
k) Tuva Türkçesi: Tuva bölgesi (Rusya) ve Moğolistan?da 300.000 kişi konuşmaktadır.
l) Karay Türkçesi: Polonya ve Litvanya?da konuşulmaktadır.
Burada bahsedilmeyen diğer ülkelerdeki 8.900.000 insanla birlikte Türkçe konuşan insanların sayısı 183.218.745?tir. Bu rakamlar Sovyet Rusya?daki 1989 nüfus sayımına ve 1995?teki tespitlere göre verilmiştir. Dolayısıyla bugün bu nüfusun en az 190 ila 200 milyon dolayında olduğu tahmin edilmektedir. Bu Türk nüfusunun %98?i Müslüman %2?si de diğer din ve inanç (Ortodoks Hrıstiyan, Budist, Musevî, Şaman vs.) sistemlerine mensuptur.
Türk dünyasının kullandığı alfabeler de şunlardır: Türkiye, Kıbrıs, Yunanistan, Bulgaristan ve Eski Yugoslavya?daki Türkler Latin alfabesini; Çin, İran, Afganistan, Irak ve Suriye?deki Türkler Arap alfabesini kullanmaktadırlar. Rusya Federasyonu?na bağlı özerk Türk cumhuriyetlerinde genellikle Kiril alfabesi kullanılırken, Sovyetler Birliği?nden ayrılan bağımsız Türk cumhuriyetlerinde hali hazırda Kiril alfabesi kullanılmakla birlikte, bunların Latin alfabesine geçme çabaları sürmektedir. Son olarak 2001 yılında Azerbaycan Cumhuriyeti kabül ettiği bir kanunla Kiril alfabesini bırakmış ve Latin alfabesine geçmiştir. Türk dünyasında kurulacak bir sosyal, ekonomik ve kültürel birliğin tesisinde alfabe birliğinin temel unsur olacağı açıktır. Bu yüzden en kısa zamanda bütün Türk dünyasının ?Latin Esaslı Türk Alfabesi?nde birleşeceğini umuyoruz.
YAKIN TÜRK LEHÇELERİNDEN (ŞİVELERİNDEN) ÖRNEK METİNLER*
Azerbaycan Türkçesi Örneği
ANA DİLİ
Dil açanda ilk defa ?ana? söylerik biz,
?Ana dili? adlanır bizim ilk dersliyimiz.
İlk mahnımız laylanı anamız öz südüyle
İçirir ruhumuza bu dilde gile-gile.
Bu dil bizim ruhumuz, eşkimiz, canımızdır.
Bu dil birbirimizle ahd ü peymânımızdır.
Bu dil tanıtmış bize bu dünyada her şeyi,
Bu dil- ecdadımızın bize miras verdiği
Gıymetli hazinedir... Onu gözlerimiz tek
Goruyup nesillere biz de hediye verek.
Türkmen Türkçesi Örneği
MALI BOLMASA
Goç yigidin adı çıkmaz, Koç yiğidin adı çıkmaz,
Dövleti, malı bolmasa. Devleti malı olmasa.
Endişeli iş bitirmez, Endişeli, iş bitirmez,
Meydanda deli bolmasa. Meydanda deli olmasa.
Bolmasa yigidin züryadı, Olmasa yiğidin zürriyeti
Ölende tutulmaz adı, Ölende tutulmaz adı
Tutaşmaz sınanın odı, Tutuşmaz sinenin odu,
Başda hıyalı bolmasa. Başta hayali olmasa.
Algır kuşlar öye çapmaz, Yırtıcı kuş eve saldırmaz,
Hünersiz öz sırtın yapmaz, Hünersiz, öz sırtını örtmez,
Merekede orun tapmaz, Cemiyette bir yer bulmaz,
Aklı, kemalı bolmasa. Aklı, kemalı olmasa.
Özbek Türkçesi Örneği
KÖNGÜL GÖNÜL
Köngül, sen munçalar nege Gönül sen buncalar niye
Kişenler birle dostlaşdıng? Zincirlerle dost oldun?
Ne feryadıng, ne dadıng bar, Ne feryadın, ne sesin var,
Neçün sen munça sustlaşdıng? Niçin sen bunca suskunlaştın?
Tatar Türkçesi Örneği
CIRLARIM TÜRKÜLERİM
Cırlarım, séz şıtıp yöregémde Türkülerim, siz yeşerip yüreğimde
İl kırında çeçek atıgız! İlimin çevresinde çiçek açtınız!
Küpmé bulsa sézde köç hem yalkın Ne kadar varsa sizde güç ve alev
Şulkaderlé cirde xakkıgız! O kadar vardır yerde hakkınız.
TÜRK DİL BİLGİSİ
Dil bilgisi veya gramer, bir dili bütün yönleriyle inceleyen bilim dalıdır. Dil, çeşitli birliklerden oluşan karmaşık bir yapıdır. Ses, hece, kelime, kökler, ekler, kelime grupları, cümleler vs. dilin bu karmaşık yapısı içinde karşımıza çıkan kavramlardır. İşte, dil birlikleri dediğimiz bu ögelerin kendilerine has şekilleri, görevleri, anlamları, yapıları vs. vardır. Dil bilgisinin temel görevi, bu dil birliklerini, çeşitli yönlerden incelemek ve kanunları tespit etmektir.
Dil bilgisinin dilin seslerini inceleyen bölümüne, “ses bilgisi(fonetik); kelime ve şekillerin; kelimelerin, köklerin ve eklerin yapısını, görevini inceleyen bölümüne, “şekil bilgisi (morfoloji)”; kelime ve şekillerin anlamları üzerinde duran bölümüne, “anlam bilgisi (semantik)”; kelimelerin birbirleriyle olan ilişkilerini ve cümle yapısını inceleyen bölümüne “cümle bilgisi (sentaks)” ; kelime şekillerin kaynağını inceleyen bölümüne de “köken bilgisi (etimoloji)” denir.
Bu kısımdan itibaren Türkiye Türkçesinin, ses bilgisi, şekil bilgisi, anlam bilgisi ve cümle bilgisini inceleyeceğiz.
1. SES BİLGİSİ (FONETİK):
“Ses bilim, insan dilinin seslerinin nasıl meydana getirildiğini, ne gibi nitelikleri olduğunu, ses dalgalarıyla nasıl aktarılarak dinleyene nasıl ulaştırıldığını, dinleyenin bu sesleri alışını, kısacası, dilin ve bildirişmenin ses yönünü inceleyen bilimdir.”38 Ses bilim yalnızca belli bir dili ses bakımından incelerse buna da “ses bilgisi” denir.
A- SES ve SESİN OLUŞMASI: Dil denince akla ilk gelen sestir. Çünkü dildeki en küçük gramer birliğinden, en büyük gramer birliğine kadar dili meydana getiren her unsur, ses denilen dilin en temel ögesinden oluşmaktadır. Bütün diller, o dildeki seslerin belirli kurallarla bir araya gelmesiyle oluşur.
Ses; en basit tanımıyla “akciğerlerden gelen havanın etkisiyle, ses organlarında oluşan ve yayılarak kulak yoluyla duyulan titreşimdir”. Kâinatta, canlı ve cansız, her varlık mutlaka ses çıkarır. Bir taşın yuvarlanırken çıkardığı ses, suyun akarken çıkardığı ses, rüzgârın sesi, kuş sesi, köpek sesi vs. Bu seslerin her biri birbirinden farklıdır. Ancak bu sesler içerisinde insan sesi, bütün diğerlerinden farklıdır. Çünkü insan sesi sadece duyguyla değil, akıl ve düşünceyle de oluşturulur.
Akciğerlerdeki havanın ağız ve burun yoluyla çıkarılması sırasında oluşan ses “ham ses” yani “seda”dır. Seda, dilbilgisine göre hiçbir şey ifade etmez. Seda ağızda özel bir amaç ve gayretle istenen kalıba dökülür ve işlenirse “ses” haline gelir. Yani ses, sedanın yontulmuş, tesviyeden geçmiş, kalıplaşmış, kısaca bir amaç için işlenmiş şeklidir. Bunu daha kısa şöyle de söyleyebiliriz: Ses, isteğe göre şekillenmiş sedadır.”
Seda, ağız içerisinde, ses yolunda, çeşitli boğumlanmalara uğrayarak işlenmiş dilin en temel unsuru olan sese dönüşür. Hayvanlar boğumlanma yapamadıkları için seslerini birbirine yakın sedalar halinde çıkarırlar.
Ses tellerindeki hava titreşimi sırasında meydana gelen değişiklikler “perde” denilen “kalınlık-incelik” farkını meydana getirir. Artan sesin perdesi yüksek (ince), azalan sesin perdesi düşük (kalın) olur. Kadın ve çocuk sesi ile erkek sesi arasında bu perde farkı vardır. Kadın sesi yüksek perdeli (ince), erkek sesi ise düşük perdeli (kalın)dir. Aynı perdeden sesler arasında da “ton” farkı vardır. Bir kadın sesini, diğer bir kadın sesinden ton farkıyla ayırt edebiliriz.
Yazıda sesleri karşılamak için kullanılan işaretlere “harf” denir. Harfler, sesler kadar zengin değildir. O yüzden dilde asıl olan sestir. Mesela çeşitli dönemlerde Türkçedeki “a” sesini göstermek için farklı işaretler (harfler) kullanılmıştır. Yani tarih içinde “a” harfi değişmiş ama “a” sesi değişmemiştir. Bu da sesin dilin ana ögesi olduğunun göstergesidir.
Bir dildeki sesleri karşılayan harflerin belirli bir sıra içerisinde oluşturduğu tabloya “alfabe” denir. Her milletin kendine has bir alfabesi vardır. Buna, “millî alfabe” denir. Diller, bu alfabeyi kendilerine göre türetirler veya mevcut bir alfabeyi alarak kendi ses yapılarına uydururlar. Türk milleti tarih boyunca çok çeşitli alfabeler kullanmıştır. "Köktürk alfabesi, Uygur alfabesi, Arap alfabesi ve Latin alfabesi” bunlar içinde en önemlileridir. Bugün Türkiye Türkçesinde “Latin Esaslı Türk Alfabesi” ni kullanmaktayız. Türk dünyasında yaygın olarak: Latin alfabesi, Arap alfabesi ve Kiril alfabesi kullanılmaktadır.
Türkçede otuz altı (36) ses vardır. Ancak bugün kullandığımız Latin esaslı alfabede yirmi dokuz (29) harf bulunmaktadır. Bunlar: “a, b, c, ç, d, e, f, g, ğ, h, ı, i, j, k, l, m, n, o, ö, p, r, s, ş, t, u, ü, v, y, z” harfleridir. Bunlardan sekiz (8)i ünlü (a, e, ı, i, o, ö, u, ü), geri kalan yirmi bir (21) tanesi de ünsüzdür.
a) Ünlüler (Vokaller): Ünlü sesler, ses yolunda herhangi bir boğumlanmaya uğramadan, bir çırpıda çıkarılabilen seslerdir. Türkçede on (10) tane ünlü vardır. Bunlar: “a, e, ı, i, o, ö, u, ü, ince a ve kapalı ?” sesleridir. Türkiye Türkçesinin alfabesinde ise bu ünlülerden sekiz (8)i kullanılmaktadır. İnce a sesi ve kapalı ? sesi yazıda farklı bir harfle gösterilmez.
İnce a sesi yabancı asıllı kelimelerin son hecesinde bulunur. “dikkat, hakikat, şefkat, harp vs.” Bu sözcüklere ek getirildiğinde ekin ince ünlülü olmasının sebebi de bu ince a sesidir: “dikkati, hakikate, şefkatin, harpler gibi”.
Kapalı ? sesi yazıda farklı bir ses olarak yazılmasa da Türkçe kelimelerde, özellikle de Türkçe kelimelerin ilk hecelerinde çok sık karşımıza çıkar. Bu sesi normal e sesinden şu örnekle daha iyi ayırabiliriz: Tutma organımızı ifade eden “el” kelimesi ile “memleket veya yabancı” manalarında kullanılan “el” kelimesinin söylenişlerine dikkat ettiğimizde, memleket veya yabancı manasında kullandığımız el kelimesinin ünlüsünün “e” ile “i” arasında bir ses olduğunu görürüz. İşte kapalı ? dediğimiz ses bu sestir. Kapalı ? sesi genellikle eski “i” sesinden gelmektedir: il > ?l, dimek > d?mek, virdi > v?rdi, itmek > ?tmek, giçmek > g?çmek örneklerinde olduğu gibi.
Türkçe, ünlüler açısından, dünyanın en zengin dillerinden biridir. Dünyanın önde gelen birçok dilinde bu sayı 3, 5’i geçmemektedir. Ünlüler dilin en rahat kullanılabilen sesleridir. Bu açıdan Türkçedeki bu ünlü zenginliği onun ahengini, müzikalitesini ve kullanım gücünü yükseltmektedir.
İnce a ve kapalı ? dışındaki sekiz (8) ünlü, Türkçenin asıl ve yaygın ünlülerdir.
Ünlülerin Sınıflandırılması: Türkçede ünlüler arasında bir takım yakınlıklar ve benzerlikler vardır. Ünlüler dil sesleridir. Yalnız başlarına söylenebilirler ve hece oluşturabilirler. İşte bu benzerliklere göre de belirli gruplara ayrılırlar. Bu yakınlık ve benzerlikler Türkçenin ses yapısıyla ilgili kuralların oluşmasında da etkilidir. Bu yüzden ünlülerin bu tasnifini bilmek lazımdır. Türkçedeki ünlüler: “Teşekkül (oluşum) noktalarına göre, açıklık ve kapalılıklarına göre, dudakların durumuna göre” olmak üzere üç şekilde tasnif edilirler.
1. Teşekkül Noktalarına (Kalınlık –İnceliklerine) Göre Ünlüler: Ünlüler aslında dil sesleridir ve oluşum noktaları dilin üzerinde sıralanır. Türkçedeki ünlülerin bir kısmı dilin ön yarısında, bir kısmı da dilin arka yarısında oluşurlar.
Dilin kabararak geriye çekilmiş durumunda meydana gelen ünlülere “kalın ünlüler” denir. Bunlara “art ünlüler” de denilir. Kalın ünlüler: “a, ı, o, u” ünlüleridir. Oluşum noktaları açısından dilin en arkasından ortaya doğru bu ünlüler şöyle sıralanır: u, o, ı, a.
Dilin ileri sürülmüş durumunda meydana gelen ünlüler ise “ince ünlüler”dir. Bunlar da “e, i, ö, ü” ünlüleridir. Bu ünlülerden “i” ve “ü” ünlüleri dilin uç tarafında oluşurken, “e” ve “ö” ünlüleri bunların arkasında, dilin ortasına yakın yerde oluşurlar.
2. Açıklık-Kapalılıklarına (Genişlik- darlıklarına) Göre Ünlüler: Ünlülerin genişlik ve darlıkları, meydana gelişleri sırasındaki çenenin açıklığıyla ilgilidir. Alt çene çok düşükken, başka bir deyişle ağız boşluğu genişken çıkarılan ünlülere “geniş ünlüler”, çene açıklığı azken çıkarılan ünlülere de “dar ünlüler” denilir. Bu tanıma göre “a, e, o, ö” ünlüleri geniş, “ı, i, u, ü” ünlüleri de dar ünlülerdir.
3. Dudakların Durumuna (Düzlük-Yuvarlaklıklarına) Göre Ünlüler: Ünlülerin düzlük ve yuvarlaklıkları söylenişleri sırasında dudağın aldığı biçimle ilgilidir. Söyleniş sırasında dudağın düz ve yayvan olduğu ünlüler, “düz ünlüler”; dudağın yuvarlak ve büzülmüş olduğu ünlüler de “yuvarlak ünlüler”dir. Buna göre; “a, e, ı, i” ünlüleri düz, “o, ö, u, ü,” ünlüleri de yuvarlak ünlülerdir.
Ünlülerimizi bahsettiğimiz özelliklerine göre aşağıdaki tabloda gösterebiliriz:
DÜZ | YUVARLAK | |||
GENİŞ | DAR | GENİŞ | DAR | |
KALIN | a | ı | o | u |
İNCE | e | i | ö | ü |
b) Ünsüzler (Konsonantlar): Dilde tek başlarına söylenemeyen, ancak bir ünlüyle beraber ortaya çıkabilen seslerdir. Ünsüzler, ses yolunun genel olarak daralma ve bazen kapanıp açılma durumlarında meydana gelirler.
Bugün Türkiye Türkçesinde yirmi altı (26) ünsüz vardır. Ancak bunlardan üçü tamamen ağızlarda görülmekteyken, geriye kalan yirmi üçü de edebî dilde mevcuttur. Alfabemiz de ise bu sesler yirmi bir (21) harfle gösterilmektedir. Türkiye Türkçesinde mevcut olan bu yirmi üç ünsüz ses şunlardır: b (bin), c (canlı), ç (çocuk), d (adım), f (fıkırdama), g(e) (gece), g(ı) (gaga), ğ(ı) (düğün), h (hani), j (jilet), k(a) (kaçakçı), k(e) (kendi), l (el), m (demir), n (ninni), p (çeper), r (aramak), s (sevgi), ş (işçi), t (Türk), v (vermek), y (yalnız), z (boğaz).
Sadece ağızlarda görülen üç ünsüzse şunlardır: hırıltılı h (çıhar, yatah, yoh gibi), nazal ñ (babañ, deñiz, seniñ gibi) ve sedasız y (yh) (gittiyh, feleyh gibi).
Yazı dilinde kullandığımız yirmi bir ünsüz ses, ünlülerde olduğu gibi kendi aralarında birtakım yakınlıklar ve benzerlikler gösterirler. Bu yakınlık ve benzerliklere göre ünsüzler:
“Sedaları bakımından”, “teşekkül noktaları bakımından”, “temas dereceleri bakımından” ve “hava yolu bakımından” sınıflandırılırlar.
1. Sedaları Bakımından Ünsüzler: Sedaları bakımından ünsüzler, “sedalı-yumuşak” ve “sedasız-sert” ünsüzler olmak üzere ikiye ayrılırlar.
Sedalı (yumuşak) ünsüzler aynı ünlüler gibi, söylenirken ses tellerini titretirler, seslerini ses tellerinin titreşiminden alırlar.
Sedasız (sert) ünsüzlerde ise ses telleri titreşmez. Bunlar seslerini çarpma ve sürtünmeden alırlar.
Dilimizdeki sedalı (yumuşak) ünsüzler: b, c, d, g, ğ, j, l, m, n, r, v, y, z; sedasız (sert) ünsüzler de ç, f, h, k, p, s, ş, t ünsüzleridir.
2. Teşekkül (Oluşum) Noktaları Bakımından Ünsüzler: Ünsüzlerin oluşum noktaları ses tellerinden dudaklara kadar uzanan yolun çeşitli yerlerinde sıralanır. Bu yoldaki teşekkül noktaları ve bu noktalara göre ünsüzlerin tasnifi şöyledir:
a) Dudak Ünsüzleri: Bu ünsüzler dudakların temasıyla oluşur: b, p, m ünsüzleri dudakta oluşurlar.
b) Diş-Dudak Ünsüzleri: Alt dudağın üst ön dişlere temasıyla oluşan “f, v” ünsüzleridir.
c) Diş Ünsüzleri: Dilin ucunun veya ön tarafının üst ön dişlerin arkasına veya diş yuvalarına teması veya yaklaşmasıyla oluşan “d, t, n, s, z” ünsüzleridir.
ç) Damak- Diş ünsüzleri: Dilin ucunun veya ön tarafının diş yuvası veya ön damağa teması veya yaklaşmasıyla oluşan “c, ç, j, ş” ünsüzleridir.
d) Ön Damak Ünsüzleri: Dilin ucunun veya ortasının ön damağa yaklaşması veya temasıyla oluşan “g(e), k(e), l, r, y” ünsüzleridir.
e) Arka Damak Ünsüzleri: Dilin arka tarafının arka damağa yaklaşması veya temasıyla oluşan “g(ı), ğ(ı), k(a), hırıltılı h, nazal ñ” ünsüzleridir.
3. Temas Dereceleri Bakımından Ünsüzler: Bu sınıflandırmada, ünsüzler meydana gelirken ses yolunun tamamen kapalı olup ani bir patlamayla açılmasına veya ses yolunun tamamen kapalı olmamasına bakılır.
Meydana gelişleri sırasında ses yolunun tamamen kapalı olup bir anda açıldığı ünsüzlere “süreksiz (patlayıcı)” ünsüzler, ses yolunun tamamen kapalı olmadığı ünsüzlere ise “sürekli (sızıcı)” ünsüzler denir. Sürekli (sızıcı) ünsüzleri uzatarak söylemek mümkünken, süreksiz (patlayıcı) ünsüzler bir çırpıda şekillenmektedir.
Dilimizdeki süreksiz (patlayıcı) ünsüzler: b, c, ç, d, g(e), k(e), g(ı), k(a), p, t, ünsüzleri, sürekli (sızıcı) ünsüzler de: f, j, h, l, r, s, ş, m, n, v, y, z, ğ(ı) ünsüzleridir.
B) TÜRKÇENİN SESLERLE İLGİLİ KURALLARI
Türkçede kelime kök ve gövdeleri ile ekler arasında, ses bakımından birtakım uyumlar vardır. Başka bir deyişle, Türkçe kelimelerde sesler, belirli kurallarda bir araya gelebilirler. Bu da Türkçedeki ses uyumlarını oluşturur. Türkçedeki belli başlı ses uyumları şunlardır:
1. ÜNLÜ UYUMLARI: Türkçe kelimelerde ünlülerin belirli bir kurala dayalı olarak bir araya gelmeleri ünlü uyumlarını oluşturmaktadır. Ünlü uyumları; “Büyük Ünlü Uyumu (kalınlık-incelik uyumu- dil benzeşmesi), ve “Küçük Ünlü Uyumu (düzlük-yuvarlaklık uyumu- dudak benzeşmesi” olmak üzere iki grupta incelenmektedir.
a) Büyük Ünlü Uyumu (Kalınlık- İncelik Uyumu veya Dil Benzeşmesi): Türkçeyi yazılı belgelerle takip edebildiğimiz en eski döneminden beri var olan Türkçenin en temel ses özelliğidir. Bu uyuma göre; “Türkçe bir kelimenin ilk hecesinde kalın bir ünlü (a, ı, o, u) varsa, daha sonraki hecelerde de kalın ünlüler olmalıdır. İlk hecede ince bir ünlü (e, i, ö, ü) varsa sonraki hecelerde de ince ünlü olmalıdır”.
“ uzaklardan, düşünür, bilinmez, kurmuşlar, işlemiş, denizciler vb.” sözcüklerde bu uyumu görebiliriz.
Türkçe kelimelere ek getirilirken kelimenin son hecesindeki ünlüye göre getirilir. Son hecedeki ünlü inceyse ekin ünlüsü ince, kalınsa ekin ünlüsü kalın olur: “ağlayacağız, bekleyin gibi”
Dilimize yabancı dillerden girmiş (Türkçeleşmiş) kelimelerde bu uyum olmayabilir. Ancak bu kelimeler de ek alırken uyum kendini gösterir. Yani yabancı asıllı kelimenin son hecesindeki ünlü kalınsa ekin de ünlüsü kalın, ünlü inceyse ekin ünlüsü de ince olur: “şairleri, gaziyi, kab(i)rinde siyahlandı, minarelerden” örneklerinde olduğu gibi.
Türkçede bu uyumun, az da olsa, istisnaları vardır. Bunlar: İstisna kelimeler ve istisna ekler olmak üzere iki kısımda incelenir.
İstisna Sözcükler: Özellikle, Farsçanın inceltici etkisiyle değişmiş olan bazı Türkçe kelimeler bugün büyük ünlü uyumuna uymazlar. Dilimizdeki bu istisna kelimelerin sayısı çok azdır. Bu istisna kelimeler şunlardır: “anne (
İstisna Ekler: Türkçede bazı ekler, bazı Türkçe kelimelerin ünlü uyumunu bozar. Bu eklere “aykırı ekler” de denir. Aykırı ekler şunlardır:
+ki eki: “buradaki, kapıdaki, yuvadaki” vb.
+yor eki: “gülüyor, evleniyor, gidiyor, üzülüyor” vb.
+daş (+taş) eki: “ülküdaş, meslektaş, dindaş” vb.
+ken eki: “çocukken, akarken, bakarken, uyanırken” vb.
+leyin eki: “sabahleyin, akşamleyin” vb.
+(ı)mtırak eki: “ekşimtırak, yeşilimtırak” vb.
+gil eki: “amcamgil, dayımgil, halamgil”vb.
Yalnız bu eklerin aykırılıkları, her kelime için geçerli değildir. Bu eklerin ünlüleri değişmediği için aykırılık ortaya çıkar. Ekin ünlüsüyle uyuşan kelimelerde aykırılık görülmez. “evdeki, oynuyor, arkadaş, giderken, geceleyin, sarımtırak” örneklerinde olduğu gibi.
Uyarı: Tek heceli kelimelerde ve birleşik kelimelerde ünlü uyumları aranmaz.
b) Küçük Ünlü Uyumu (Düzlük-Yuvarlaklık Uyumu veya Dudak Benzeşmesi): Bu uyum Türkçede sonradan ortaya çıkmış ve tedricen (yavaş yavaş) gelişmiştir. Bu yüzden bugün istisnaları çoktur.
Küçük ünlü uyumu, bir kelimedeki ünlülerin düzlük yuvarlaklık bakımından birbirine uymasıdır. Bu uyumu şöyle tarif edebiliriz:
Türkçe bir kelimenin ilk hecesinde, düz bir ünlü (a, e, ı, i) varsa, sonraki hecelerde bulunan ünlüler de düz olur: “anlayışlı, dinleriz, aydınlık, çıktıkça, beklerdim, sevdiklerin” örneklerinde olduğu gibi.
Türkçe bir kelimenin ilk hecesinde, yuvarlak bir ünlü (o, ö, u, ü) varsa, sonraki hecelerde bulunan ünlüler, ya düz-geniş (a,e), ya da dar-yuvarlak (u,ü) olurlar: “dokunsalar, türküler, büyüdü, gülünce, ördekler” örneklerinde olduğu gibi.
Daha önce de belirttiğimiz gibi küçük ünlü uyumu sonradan ortaya çıktığı için istisnası çoktur: “çamur, yağmur, yavuz, savurmak, kavurma, avuç, kılavuz, karpuz, kamu” örneklerinde olduğu gibi.
Bu arada -yor şimdiki zaman eki bütün kelimelerde küçük ünlü uyumunu bozar: “geliyor, oturuyor, oynuyor, istiyor” örneklerinde olduğu gibi.
Ünlü uyumları konusunda bir ünlünün kendisinden bir önceki ünlüye uyduğunu unutmamalıyız. Mesela; “çocukları” kelimesinde, “o”dan sonra “u” ve “u”dan sonra “a” gelmesi yuvarlaklık şıkkını ilgilendirirken, “a”dan sonra “ı” gelmesi düzlük şıkkını ilgilendirmektedir. Yani bu kelime hem büyük, hem de küçük ünlü uyumuna uymaktadır. “gözleri, ocakçılar vb.” kelimelerde de durum aynıdır.
Türkçede hangi ünlülerin bir araya gelebileceğini, yani ünlü uyumları sistemini aşağıdaki bilgilerden de takip edebiliriz:
a’ dan sonra: a veya ı, ö’den sonra e veya ü,
e’den sonra: e veya i, u’dan sonra a veya u,
ı’dan sonra: a veya ı, ü’den sonra e veya ü,
i’den sonra: e veya i, o’dan sonra a veya u gelebilir.
2. ÜNSÜZ UYUMU: Sedalı (yumuşak) ve sedasız (sert) ünsüzlerle ilgili bir uyumdur. Bu uyuma göre bir kelimede, karşılıklı ünsüzlerden, sedalı (b, c, d, g, ğ, j, l, m, n, r, v, y, z) ünsüzlerle sedalılar; sedasız (f, s, ş, h, p, ç, t, k) ünsüzlerle, sedasızlar bir araya gelebilir. Bir araya gelemeyen karşılıklı ünsüzler şunlardır: “b-p, c-ç, d-t, g-k, j-ş, z-s, v-f, ğ-h(ı)” Bu tanıma göre; “geçti, avcı, geçkin, dikti, buluştu, üstümüz” kelimelerinde ünsüz uyumu vardır. Hâlbuki “cetvel” kelimesine baktığımızda bir araya gelen ünsüzlerden “t” sedasızken, “v” ünsüzü sedalıdır. Dolayısıyla bu kelimede ünsüz uyumu yoktur.
Ünsüz uyumu kelimelere getirilen eklerde de kendisini gösterir. Sonu, sedasız (sert) bir ünsüzle biten kelimeye ünsüzle başlayan bir ek getirilirken ekin ünsüzünün de sedasız (sert) olması gerekir. “ağaç+ta, kitap+çı” gibi. Bu kelimelerin “ağaç+da, kitap+cı” şeklindeki yazımları yanlıştır.
3. ÜNLÜ-ÜNSÜZ UYUMU: Bu uyuma göre Türkçe bir kelimede, “k(a), g(ı), ğ(ı) ve kalın l” ünsüzleri ancak kalın ünlülerle; “k(e), g(e), ğ(e), ve ince l” ünsüzleri ise ince ünlülerle bir arada bulunabilir.
“kimsesiz, bakarım, kaygılardan, ağır, üzgün, elek, değil” kelimelerinde ünlü-ünsüz uyumu vardır.
Yabancı asıllı kelimelerde böyle bir uyum yoktur: “hilâl, büluğ, helâk, istiklâl vb.gibi”.
C) TÜRKÇEDEKİ BAŞLICA SES OLAYLARI: Sesler heceleri ve kelimeleri meydana getirmek için bir araya gelirken, bir takım ses olayları cereyan eder. Bu olayların bir kısmı sadece konuşma dilinde ve ağızlarda ortaya çıkarken, bir kısmı yazı dilinde de karşımıza çıkabilir. Türkçede görülen başlıca ses olayları şunlardır:
1. Ses Türemesi: Ünlü ve ünsüz türemesi şeklinde karşımıza çıkar:
a) Ünlü Türemesi: Birkaç şekilde karşımıza çıkabilir: “l” ve “r” sesleriyle başlayan yabancı kökenli kelimeler, Türkiye Türkçesi ağızlarında başlarında bir ünlü türemesiyle söylenirler: “Ramazan> İramazan, Recep>İrecep, limon>ilimon gibi”. Bu türeme yazı dilinde söz konusu olmayıp, sadece ağızlarda söz konusudur.
Yabancı kaynaklı olup çift ünsüzün yan yana bulunduğu bazı kelimelerde de kelime içinde ünlü türer: “hükm>hüküm, fikr>fikir, akl>akıl gibi.”
Bu tür türemelerin bir kısmı da sadece konuşmada görülür, yazıya geçirilmez: “gram>gıram, krem>kırem, gibi.”
Ünlü türemesi olayı bazen de ünsüzle biten kelimelere, yine ünsüzle başlayan bir ek getirmek gerektiğinde karşımıza çıkar: “baş+(ı)m, al- (ı)n-mak, gör-(ü)n-mek” örneklerinde parantez içindeki ünlüler birer türemiş sestir.
b) Ünsüz Türemesi: Türkçe kelimelerde iki ünlü yan yana bulunmadığı için, Türkçeye başka dillerden geçmiş bu tür kelimelerde iki ünlünün arasında bir ünsüz türer: “fiat>fiyat, faide>fayda, mâi>mavi gibi”.
Ayrıca ünlü ile biten bir kelimeye, yine ünlü ile başlayan bir ek getirilirken araya bir yardımcı ses girer: “araba+(y)+a, (onun) kapısı+(n)+a” örneklerinde parantez içindeki yardımcı sesler türemiş ünsüzlerdir.
Daha çok ağızlarda görülen bir ünsüz türemesi de kelime başında görülen ünsüz türemesidir: “ayva>hayva, inmek>yinmek-yenmek, ücra>hücra gibi”.
2. Ünlü Düşmesi: Dilimizde, iki heceli bazı kelimelere, dar ünlüyle başlayan bir ek getirildiğinde ikinci hecedeki ünlü düşer. Bu düşmenin ana sebebi, Türkçede orta hecelerin vurgusuz olmasından dolayı bu hecedeki ünlülerin düşebilmesidir:
“gönül>gönlü, ağız>ağzı, oğul>oğlu, beniz>benzi, göğüs>göğsü... gibi.”
3. Orta Hece Ünlüsünün Değişmesi (ünlü daralması): Orta hecedeki vurgusuz ünlüler bazen değişebilir. Bu değişmenin ana sebebi “y” ünsüzünün daraltıcı etkisidir. “y” ile başlayan bir ek getirildiğinde geniş ünlü “a” “ı veya u’ya” “e” “i veya ü’ye” dönüşür: “başla >başla-yor>başlı-yor, ağla-yor>ağlı-yor, gelme-yor>gelmiyor gibi.”
Ancak –yor eki dışındaki bu değişmeler ( yaşa->yaşı-y-acak da olduğu gibi) konuşmada ortaya çıksa bile yazıya geçirilmemelidir. Yazıda “yaşıyacak” imlâsı yanlıştır.*
4. İki Ünlünün Yan Yana Gelmesi (Diftong): Türkçe kelimelerde iki ünlü yan yana gelmez. Bu sebeple “saat, hain, kaide, faide, kanaat” gibi kelimeler yabancı dillerden alınmıştır.
Ancak bazı Türkiye Türkçesi (Anadolu) ağızlarında ve konuşma dilinde, iki ünlü arasında kalan sızıcı ünsüz “ğ”nin düşmesiyle iki ünlü yan yana gelmektedir: “soğuk>souk, kağan>kaan, doğum>doum, sağım>saım, ağıt>aıt, bağış>baış, bağımsız>baımsız gibi.”
Ancak bu durum tamamen söyleyişle ilgili olup, yazıya geçirilmemelidir.
5. Ünsüz Düşmesi: Türkçede sesler birleşirken, bazen bir ünsüzün düştüğü görülür: “büyük+cek>büyücek, ufak+cık>ufacık, küçük+cük>kücücük, yumuşak+çık>yumuşacık gibi.”
6. Hece Düşmesi: Arka arkaya gelen ve sesleri benzeyen hecelerden birinin düşmesi olayıdır. Bir başka deyişle bu olayda, birbirine benzeyen iki hece bir heceye dönüşür: “pekiyi>peki, söyleyeyim>söyleyim, başlayayım>başlayım gibi.”
7. Ünsüz İkizleşmesi: Türkçede aynı cinsten iki ünsüz kelime kökünde yan yana gelmez. Bu yüzden “kuvvet, cennet, cinnet, şiddet, cellât” gibi kelimeler alıntıdır.
Ancak bazı Türkiye Türkçesi ağızlarında Türkçe kelimelerde de bu ünsüz ikizleşmesinin ortaya çıktığı görülür: “ yedi>yeddi, sekiz>sekkiz, dokuz>dokkuz, sakız>sakkız, rakam>rakkam gibi.”
Bu örnekler yazı dilinde görülmeyip sadece ağızlara mahsustur. Ancak Türkçe olan “anne
8. Benzeşme: Özellikle alıntı kelimelerde görülen bir hadisedir. Bir araya gelen seslerden birinin, diğerini kendisine benzetmesidir. Bir araya gelen sesler arasındaki benzeşmeler yan yana olabildiği gibi, uzakta hatta iki ayrı kelimede de olabilir. Sesler arasındaki benzeşme:
a) Seda bakımından: Seslerin sedalılık bakımından (sertlik-yumuşaklık) benzeşmesidir: “isbat>ispat, tarafdar>taraftar, sabahdan>sabahtan, beşde>beşte gibi.”
b) Teşekkül noktası bakımından: Bir sesin diğerini teşekkül (oluşum) noktası bakımından kendisine benzetmesidir: “ anbar>ambar, penbe>pembe, çarşanba>çarşamba gibi”
9. Aykırılaşma: Türkçede esas olarak benzeşme etkiliyken, az da olsa aykırılaşma da görülür. Aykırılaşma birbirine benzeyen veya aynı olan iki sesten birisinin başkalaşmasıdır: “attar>aktar, muşamma>muşamba, aşçı>ahçı gibi.”
10. Ünlü Erimesi: Türkçede birleşik kelime yapılırken, bunlardan birincisi ünlü ile biter, ikincisi de ünlü ile başlarsa, bu iki ünlü birleşerek tek ünlü olurlar: “kahve+altı>kahvaltı, ne+için>niçin, ne+asıl>nasıl, ne+oldu>noldu, cuma+ertesi>cumartesi gibi.”
11. Yer Değiştirme: Ağızlarda çok görülür. Yan yana gelen iki ünsüz sesin yer değiştirmesidir: “köprü>körpü, yaprak>yarpak, toprak>torpak, kibrit>kirbit gibi.”
Bu olayın tesiri bazen yazı dilini de etkiler ve bazı kelimelerin imlasında tereddüt yaratır: “ yanlış/yalnış, yalnız/yanlız gibi.” Elbette ki, bu yazımlardan birincileri doğrudur.
Bütün bu olayların dışında, Türkçenin tarihî gelişimi içerisinde Eski ve Orta Türkçe döneminden farklı olarak Türkiye Türkçesinde şu ses değişmeleri de görülür:
e>i ve i>e değişmesi: Türkçede kelime başında veya ilk hecedeki bazı “e”lerin “i”, bazı “i”lerin de “e”olduğu görülür: “biş>beş, yir>yer, gice>gece, irmek>ermek, eşitmek>işitmek, eyü>iyi, geymek>giymek gibi.”
ı>i değişmesi: Bu değişmenin sebebi, “ı” sesinin zayıflığıdır: “ınanmak>inanmak, dakı>dahi, kanı>hanı>hani, kangı>hangı>hangi gibi”
u>ı-i değişmesi: “uşbu>işbu, uşda>işte, uçun>için ve ağızlarda görülen punar>pınar gibi.”
ü>i değişmesi: Az görülen bir değişmedir: “tüp>dip, bütmek>bitmek, püre>pire gibi.”
o-ö>u-ü değişmesi: “yokaru>yukarı, oyanmak>uyanmak gibi.”
D) TÜRKÇENİN SES ÖZELLİKLERİ: Türkçenin başlıca ses özellikleri şunlardır:
1. Türkçe asıllı kelimelerde uzun ünlü yoktur. İçerisinde uzun ünlü bulunan kelimeler, dilimize başka dillerden girmiş alıntı kelimelerdir: “kâtip, câmi, âdem, âşık, âciz, vâris, yâd, hâlâ, gibi.”
Hatta Türkçe bu uzun ünlülerin bir kısmını kısaltmıştır: “hâzır>hazır, râhat>rahat, hakîkat>hakikat gibi.”
2. Türkçede ilk hecenin dışındaki hecelerde yuvarlak ünlülerden “o ve ö” ünlüleri bulunmaz. Bu özelliğin tek istisnası şimdiki zaman eki “-yor”dur: “doktor, daktilo, profesör, otomobil, televizyon” gibi kelimeler alıntıdır. “geliyor, oynuyor” gibi örnekler ise –yor ekiyle ilgili istisnalardır.
3. Türkçe kelimelerde “ince a” sesi bulunmaz. İçerisinde ince a sesi bulunan kelimeler dilimize yabancı dillerden girmiş alıntı kelimelerdir: “dikkât, şefkât, harf, hakikât gibi.” Bu kelimelerin son hecelerindeki ünlünün ince a olduğu kelimelere ek getirdiğimizde, ekin ünlüsünün de ince olmasından anlaşılabilir: “dikkatli, şefkatin, harfi, hakikati gibi.”
4. Türkçede “ince l” sesi yoktur. İçerisinde “ince l” sesi bulunan kelimeler de alıntıdır: “lâkin lamba, laboratuvar, lacivert, lâle gibi.”
5. Türkçede kelime başında birden çok ünsüz bir arada bulunmaz: “stres, plan, plak, tren” gibi sözcükler alıntıdır.
6. Türkçe kelimelerde iki ünlü yan yana gelmez: “saat, aile, şuur, Rauf, Naim, kaide, şiir” gibi kelimeler alıntıdır.
Ancak bazı ağızlarda ve konuşma dilinde Türkçe kelimelerde ünsüz düşmesinden dolayı iki ünlü yan yana gelebilir: “soğuk>souk, sağım>saım gibi.”
7. Türkçe asıllı kelimelerin köklerinde, aynı cinsten iki ünsüz yan yana gelmez: “kuvvet, cellât, cinnet, cennet, şiddet, kubbe, bakkal, şeffaf” gibi kelimeler alıntıdır.
Ancak sonradan değişen elig>elli ve ana>anne kelimeleri bu kuralın istisnasıdır.
8. Özel durumlar dışında, Türkçe “j, f ve h” ünsüzlerine yer vermez. Yani içerisinde bu sesler bulunan kelimelerin çoğu alıntıdır. Tabiat taklidi kelimeler bu kuralın dışındadır. Çünkü tabiat taklidi kelimelerde her ses bulunabilir ve bu kelimeler Türkçedir: “vıj, hışırtı, fısıltı gibi.”
Ayrıca tarih içerisindeki değişmelerle ortaya çıkmış olan “f ve h,” ünsüzleri de istisnadır: “övke>öfke, yuvka>yufka, uvak>ufak, kangı>hangi, dakı>dahi, kanı>hani, katun>hatun”gibi sözcükler, bu ünsüzleri taşımalarına rağmen, Türkçedir. Bu istisnalar dışında içerisinde “j, f, h” ünsüzleri bulunan kelimeler alıntıdır: “jandarma, jilet, misafir, felsefe, muhtaç, hüküm, mahkeme vb. gibi.”
9. Tabiat taklidi kelimeler ve bazı ses değişmelerinden kaynaklanan istisnalar dışında, Türkçe kelimelerin başında “c, ğ, l, m, n, r, v, z”ünsüzleri bulunmaz. Bu ünsüzlerden “ğ” sesi Türkçe asıllı kelimelerin başında hiç bulunmazken, “c, l, r, z”sesleri, tabiat taklidi kelimeler hariç, sadece yabancı asıllı kelimelerin başında bulunur: “likör, cevap, lazım, rapor, rol, rulet, zam, zeka” gibi kelimeler alıntıdır.
“m” sesi ancak ağızlarda ve bazı Türk şivelerinde “b” sesinin değişmesiyle Türkçe kelimelerde görülebilir. Ayrıca taklidi kelimelerde de görülür: “bin>min, ben>men, mırıl mırıl, mırıltı” gibi kelimeler Türkçedir. Bu istisnaların dışında “m” sesiyle de Türkçe kelime başlamaz: “masa, mâni, muhakeme, mutlak, millet” gibi kelimeler alıntıdır.
“n” sesi sadece Türkçe “ne” kelimesi ve bu kelimenin birleşiklerinde görülür: “ne, niçin, nasıl nice, nitekim” gibi kelimeler Türkçedir. Ayrıca “nine, ninni” kelimeleri de çocuk dilinde görülen taklidi kelimelerdir ve Türkçedir. Bunların dışında Türkçe kelimeler “n” sesiyle başlamaz: “nakliye, nadide, necmi, nam, nakil” gibi kelimeler alıntıdır.
“v” sesiyle başlayan Türkçe kelimeler ise eski “b” lerin değişmesiyle oluşmuştur: “barmak>varmak, birmek>virmek>vermek gibi.” Bunların ve tabiat taklidi kelimelerin dışında Türkçe kelimelerin başında “v” sesi bulunmaz: “vahşi, vakıf, vade, vapur, vak’a” gibi kelimeler alıntıdır.
10. Türkçe kelime ve hecelerin sonunda “b, c, d, g” ünsüzleri bulunmaz. Bu kural o kadar etkilidir ki, dilimize yabancı dillerden giren kelimelerin sonunda bulunan “b, c, d, g” ünsüzleri yerlerini “p, ç, t, k” ya bırakmıştır: “kitab>kitap, ilac>ilaç, derd>dert, âheng>ahenk gibi.”
Ancak sonu “p, ç, t, k” ile biten bir kelimeye ünlü ile başlayan bir ek getirilirse sondaki sert ünsüz yumuşayarak “b, c, d, g, ğ”ye dönüşür: “kitap+ı>kitabı, ilaç+ın>ilacın, dert+i>derdi gibi.”
Tek heceli bazı kelimelerde ve özel isimlerin imlasında ise bu yumuşama görülmez: “hap+ı>hapı, at+ı>atı, tok+un>tokun, akıt+an>akıtan, bırak+ın>bırakın, Tokat+a>tokat’a gibi.”
11. Türkçe kelimelerin sonunda ve bir ünlü iki ünsüzle kurulan hecelerde iki ünsüz yan yana gelebilir. Türkçe kelimelerde yan yana gelebilen ünsüzler şunlardır: “lç, lk, lp, lt, nç, nk, nt, rç, rk, rp, rs, rt, st ve şt” “Türk, yurt, sırt, ölç-, sevinç, ürk-, üst, hişt, sarp, pars” gibi kelimeler Türkçedir. İkiden fazla ünsüz Türkçe kelimelerde aynı hecede yan yana bulunmaz.
E) TÜRKÇENİN HECE YAPISI: Hece, kelimede bulunan, bir hamlede söylenen, ağızdan bir çırpıda çıkan ses veya sesler topluluğuna denir. Kelimelerin ses yapısı, hecelerdeki ses birliği, ses bütünlüğü üzerine kurulur. Biz, kelimeyi, hece sayesinde duyar, anlar ve kullanırız. Kelimelerin ses yapısını hece oluşturur.
Bir tek ses hece olabildiği gibi, birden çok ses de bir araya gelerek hece oluşturabilir. Ses sayısı bakımından, “birli, ikili, üçlü ve dörtlü” olmak üzere dört tür hece vardır. İ-nanç-la rım kelimesinde bu hece türlerinin hepsini görebiliriz. Bütün bu özelliklerine göre Türkçede altı(6) çeşit hece vardır:
1. Bir ünlüden oluşan heceler: “a-kın, u-zun, u-yu-du vb.”
2. Bir ünlü, bir ünsüzden oluşan heceler: “iç-miş, uy-ruk, us-lu, iç-li, uç-mak, açmak vb.”
3. Bir ünsüz, bir ünlüden oluşan heceler: “ka-pa-lı, ta-rih-li, duy-gu-sal, sa-bah-çı vb.”
4. Bir ünsüz, bir ünlü, bir ünsüzden oluşan heceler: “ ço-cuk-lar, kap-lı-ca, sap-lan-dı, to-par-lan-mış vb.”
5. Bir ünlü iki ünsüzden oluşan heceler: alt, üst, ürk-müş, ört-mek, ilk vb.
6. Bir ünsüz, bir ünlü ve iki ünsüzden oluşan hece: Türk, se-vinç, ö-vünç, bo-şalt-mak, kı-zart-ma, kork-tum, ço-ğalt vb. Türkçede ünlü ile biten hece “açık hece”, ünsüzle biten hece “kapalı hece” dir. Ye, ve, sana, bana, ona; at, ot, sap, tut, sev, ev vb. Türkçede kelime içinde iki ünlü arasında bulunan ünsüz kendinden önceki ünlüyle değil, kendisinden sonraki ünlüyle hece kurar. İ-le-ri, u-çu-cu, sa-rı-ca, ka-pa-lı vb.
Ancak dilimize yabancı dillerden girmiş bazı sözcüklerde bu kural geçerli olmayıp, iki ünlü arasında kalan ünsüz, kendisinden sonraki ünlüyle değil kendisinden önceki ünlüyle hece oluşturur.
Cüz-i, Kur-an, an-a-ne, cür-et (cür’et), mes-ul (mes’ul) gibi.
Söylenişte bir bütün halinde çıkarılan ve parçalanamayan hece, yazıda da parçalanamaz ve satır sonuna sığmayan bir kelime hecelerin arasından küçük çizgi (-) ile bölünerek alt satıra geçirilir.
F) TÜRKÇE KELİMELERDE VURGU VE TONLAMA
1. Vurgu: Bir kelime içindeki heceler hep aynı sesle söylenmez. Yine bir cümle içerisinde de cümleyi oluşturan kelime veya kelime grupları aynı sesle söylenmez.
Dil monoton bir yapıda değildir. Kelimeler ve cümleler inişli çıkışlı bir ses yapısı takip eder. İşte bu iniş ve çıkışlar bazı hecelerin diğerlerine göre daha kuvvetli, baskılı söylenmesiyle oluşur.
Yeryüzündeki dil gruplarının bazılarında vurgu çok önemlidir. Örneğin, tek heceli dillerde (Çince) vurgu, kelime ve anlam farkını belirlemede önemli bir rol oynar. Bunun için bu dillerde kuvvetli bir vurgu sistemi vardır. Bazı Hint- Avrupa ve Samî dillerinde de (Almanca- Arapça) vurgu kuvvetlidir.
Kelimelerde kimi hecelerin, cümlelerde ise kimi kelime veya kelime gruplarının daha kuvvetli, daha baskılı söylenmesine vurgu diyoruz. İki türlü vurgu vardır: a) Kelime vurgusu b) Cümle vurgusu
a) Kelime vurgusu: İki veya daha fazla heceli kelimelerde, hecelerden birinin diğerlerine göre daha kuvvetli, baskılı söylenmesine kelime vurgusu diyoruz.
Türkçe hafif vurgulu bir dildir. Bu yüzden vurgulu heceleri tespit etmek ve doğru kullanmak çok dikkat ister. Türkçede kelimelerin genellikle son heceleri vurguludur. Ancak bazı durumlarda vurgunun yeri değişebilir. Tek heceli kelimeler vurgusuzdur.
Türkçenin vurgu durumu şöyledir:
1. Türkçe kelimelerde vurgu genellikle son hecededir. Yürek, gelecek, bulut, kolay gibi.
2. Yer adlarında ve coğrafî isimlerde (istisnalar hariç) vurgu ilk hecede yer alır. Ankara, Erzurum, Marmara, Türkiye, Avrupa vb.
3. “istan” ekiyle biten coğrafî isimlerde vurgu yine sondadır. Yunanistan, Türkistan, Kazakistan, Tacikistan, Bulgaristan vb.
4. Sonu “ya” ile biten yer adlarında vurgu sondan bir önceki hecede olur. Konya, Malatya, Antalya, İtalya, Almanya vb. Sonu “a” ve “e” ile bitenlerde bu istisna görülür. Amerika, İngiltere, Ukrayna vb.
5. İnsan ve hayvan adlarında vurgu son hecededir. Yılmaz, Yusuf, Osman, Türker; Boncuk, Tekir, Minnoş vb.
6. Kelime ne olursa olsun bütün hitaplarda (çağırma ve seslenme) vurgu ilk heceye geçer. Arkadaş!, Yüzbaşım!, Anne!, Kardeşim! vb.
7. Zarf, bağlama edatları ve pekiştirme sıfatlarında vurgu ilk hecededir. Şimdi, çünkü, haydi!, niçin?, hani, bomboş, pespembe vb.
8. Türkçeye yeni girmiş ya da Türkçede henüz tam olarak benimsenmemiş yabancı isim ve kelimelerde vurgu ilk hecededir. Hitler, Çörçil, banka, radyo, hamburger vb
9. Olumsuzluk eki –me /-ma vurgusuzdur. Vurgu kendisinden önceki hecededir. Oturma!, gitme!, saklanma!, uyuma!, satma! vb.
Geniş zamanın olumsuzunda ise vurgu olumsuzluk eki –me / - ma veya –mez /- maz üzerindedir. Sevmem, gelmeyiz, gülmez, yazmaz vb.
10. Fiilden isim yapan mastar eki –me / -ma ise vurguyu üzerine alır. Okuma (kitabı), yazma (kalemi), düzeltme (işareti), uyuma (zamanı) vb.
11. Soru eki mı / mi / mu / mü vurgusuzdur ve vurguyu kendisinden önceki heceye aktarır. Geldin mi?, Güzel mi?, Gidiyor musun?
12. -(i)le, -di, -miş, -se, -ken, ça, çe ekleri de vurgusuz olup, vurgu bu eklerden önceki hecededir. Uçakla, senindi, güzelmiş, uyursa, giderken, insanca, yavaşça vb.
13. Ek-fiilin şimdiki zaman ekleri (-im, -iz, -siniz, -dir) vurgusuz oldukları için vurgu önceki heceye geçer. Güzelim, öğrencisin, akıllıdır, masumuz, çalışkansınız, güzeldirler vb.
14. Bağlama edatı olan de, da ve ki vurgusuzdur. Bu yüzden vurgu bu kelimelerden önceki hecelerde yer alır. Arkadaşın da (gelsin), (Öyle) özledim ki!, anlıyorum ki vb.
b) Cümle vurgusu: Konuşurken cümlede anlamca belirtilmek istenen kelime veya kelime grupları, daha baskılı, daha kuvvetli söylenerek (vurgu yoluyla) ön plana çıkarılır. Buna “cümle vurgusu” denir. Cümle vurgusu cümleye verilen anlama göre değiştiği için, “değer vurgusu” adını da alır. Cümle vurgusu durucu değil gezicidir.
Cümle vurgusu yazıda, vurgulanacak kelime veya kelime grubu yükleme yaklaştırılarak yapılır. Aynı sözcüklerle kurulan aşağıdaki dört cümlenin vurgusuna dikkat edelim:
Bugün İstanbul’dan uçakla annem gelecek.
İstanbul’dan uçakla annem bugün gelecek.
Annem uçakla bugün İstanbul’dan gelecek.
Annem bugün İstanbul’dan uçakla gelecek.
Birinci cümlede kimin gelecek olduğu, ikinci cümlede ne zaman gelinecek olduğu, üçüncü cümlede nereden gelinecek olduğu, dördüncü cümlede ise neyle gelinecek olduğu vurgulanmıştır.
2. Tonlama: Konuşma sırasında birbiri ardına gelen sesler hiçbir zaman aynı düzeyde değildir. Ses alçalır, yükselir, yumuşar, sertleşir, incelir, kalınlaşır. İşte sesteki bu değişmelere tonlama diyoruz.
Konuşmada konuşmacının duygularını hissettiren en önemli faktör tonlamadır. Konuşmanın başarısı tonlamadaki başarıyla eş değerdedir. Aynı düzeyde devam eden bir konuşma monoton ve sıkıcı olur. İyi konuşmacılar vurgu ve tonlamaya hâkim olan ve dikkat eden kişilerden çıkar. Türkçede genel olarak şu tonlama özellikleri görülür:
a) Bildirim cümlelerinde “cümle tonu” son hecede alçalan bir tondur.
Derslerimiz 1 Ekim'de başlayacak. (alçalan ton)
Ahmet, yarın Ankara’ya gidiyor.
b) Soru cümlelerinde yükselen bir ton vardır:
Akşam maçı izledin mi? (yükselen ton)
Bu soruya kim cevap verecek?
c) Birleşik cümlelerde, yan cümlecikte yükselen, ana cümlede ise cümle sonuna doğru alçalan bir ton görülür:
Hava açıksa, dışarı çıkacağız.
Aşağıdaki metni vurgu ve tonlamaya dikkat ederek okuyalım:
İSTİKLAL MARŞI
Korkma! Sönmez bu şafaklarda yüzen al sancak
Sönmeden yurdumun üstünde tüten en son ocak
O, benim milletimin yıldızıdır parlayacak
O benimdir o benim milletimindir ancak
Çatma kurban olayım çehreni ey nazlı hilâl
Kahraman ırkıma bir gül ne bu şiddet bu celâl
Sana olmaz dökülen kanlarımız sonra helâl
Hakkıdır Hakka tapan milletimin istiklâl
Mehmet Akif ERSOY
...
...
...
...